Bizde, özellikle Cumhuriyet sonrası, sanat alanındaki faaliyetlerin önemli bir kısmı resmî ideolojiyle çatışmak bir tarafa, resmî ideolojiyi koruyan ve doğrulayan örnekler etrafında gelişti. Edebiyatın farklı şubelerinde ortaya konmuş yığınla örnek var bu durumu doğrulayacak. Edebî metinler arasında -biz adını koymamış olsak da- zamana kayıt düşmek bağlamında bir hiyerarşi görülüyor. Bu sıralama 'iktidar' noktasında hayatın her alanına yayılmış durumda. Bir edebî türün, ortaya çıkışıyla beliren ve tanımlanan temel özelliklerine bağlı kalarak yazılı bir metne, eleştirel bir gözle bakmak isteyen herkesi belli kalıplar, sınırlamalar karşılayacaktır. Bu kalıplara, akademik çevreler eliyle, bir ölçüde 'resmiyet' kazandırıldığını söyleyebiliriz. Tanım, normal olanın hizasına çeker düşünceyi, zihnin sıçramasını engeller. Bir yazarın elinde, bu resmiyeti yıkacak en büyük silah üslûptur. Bir üslûp sahibi olmanın değeri burada yatar. Başkalık, eda, tavır... olanın içinden yeni bir yol açıp olmayanı kurma çabası. Bugün metnin hareket alanını belirleyen tanımların eleştiriye dayattığı ideoloji eski gücünde değil artık; metinler arası göndermeler ve geçirgenliklerin yol açtığı çok-katmanlı, tanımlara sataşan edebi türler ortaya konuyor. Öykü ile şiirin arasından sızan, her iki tür içinde de gerçek karşılığını bulamayan metinler var. Bu metinlerin bir kısmı 'anlatı' başlığı altında okurla buluşuyor. Birileri, 'anlatıl(a)mayan' bir şeyler mi yazıyor! Bu mümkün mü? Henüz durmamış, kendini tamamlamamış bir şeyi tanımlamak oldukça güçtür. Toplumsal hallerle işlenmiş düşünceyi kâğıdın önünden çekme isteğiyle başlatılan her tür yazınsal girişimin arka planında yoğun bir gözlem gücü yatar. Ve sanki, şiir duymayı gerekser; roman ve hikâye görmeyi... Ya elimizdeki 'öykü' kitabının yazarı aynı zamanda bir şairse!
Mehmet Erte'nin, kısa bir süre önce YKY'den çıkan "Bakışın Kirlettiği Ayna" adlı kitabının üzerinde 'öykü' ibaresi var. Sanıyorum, kitabı okuyanların çoğu alışılagelmiş 'öykü' türüyle yeniden bir hesaplaşmaya girişeceklerdir. Yazar daha ilk öykünün başında okura ne vaat etmediğini zekice ortaya koyuyor. Klasik öykünün kurallarını sabote ediyor. Kitap boyunca, bir yazar olarak kendisiyle, birçok yazar olarak kendisi dışındakileri birbirine tutulmuş aynalardan izlettiriyor bizlere. Kitabı oluşturan metinlerin bağlandıkları yer, okurun eline kolaylıkla geçmediği gibi, okur nasıl bir sonla yüzleşeceğini de kestiremiyor. Ayrıntılar üzerinden dalga dalga açılan ve genişledikçe bütünün özelliğini görünür kılan metinlerden oluşuyor kitap. Dil sürçmelerinden değil de zihinsel sürçmelerden ve sıçramalardan güç alan bir sözdizimi hâkim öykülere. Bir taraftan merak dürtüsünü ayık tutan akıcılık, diğer taraftan yazının içinde kendisiyle ve okurla tartışan, hesaplaşan bir yazarın zihinsel serüveni. Böylece karşımıza 'metne sebep olan' sönük, 'etrafa ayna tutan' bir yazar değil de, metnin doğal akışını sarsan bir yazar çıkmış oluyor. Kitabın ikinci öyküsü "Bana Ne Ben"in ikinci bölümüne şöyle başlıyor anlatıcı: "Hikâyeye geçmeden önce nasıl yazdığım hakkında konuşacağım. Çünkü her şeyin nasıl olduğu konusunda bir fikri olan ya da derhal bir fikir edinmek isteyen sizler çok tuhafsınız." Bu başlangıca kanmamak gerek. Okuruyla sürekli tartışan yazarın doğrudan bir bilgi vermek, okurun bir fikir edinmesini sağlamak gibi bir kaygısı yok. Burada absürdün sınırları yoklanırken bildiğimiz yazar profillerini, yazarlık efsanelerini tehdit eden mizahî bir dil kullanılıyor. Öykü üçüncü bölümde uydurma bir bilimsel dil kurularak aktarılan absürd bir olayın ardından kendisini de eleştiri konusu yapan yazarın "ağzından başlayarak" parçalanmasıyla son buluyor.
Erte, yazınsal biçimlerle alay ediyor; bizleri, yazının konu nesnesi ile yazma tavrı arasına sokarak düşündürüyor; hepimize dayatılmış, içselleştirdiğimiz olgusal bilinci ve bu bilinci oluşturan düşünce sistematiğini pek çok yerde iğneliyor. Sanki bütün metinler bir refleksle, zihinsel akışla hareketleniyor. Şöyle der Alberto Moravia: "Edebiyat, gerçek edebiyat planlara uygun yapılmaz. Fabrika ürünü gibi bir şey değildir. Edebiyat özgür olmalı, spontane olmalı, zorunlu bir hazırlığın sonucu bir iş değildir edebiyat." Kitabı oluşturan öyküler, ille de bir sınıfa dahil edilecekse 'durum' öyküleri demek sanıyorum daha isabetli. Yazar, hepimizin hayatını meşgul eden, fakat üzerlerinde etraflıca düşünüp kafa yormadığımız -yahut çekindiğimiz- kimi olguları yeni bir bakışla kabartıyor. Kitapta öne çıkan izleklerden biri 'bağlanma'. Yazar, bu kavramı, üzerinde herkesin hayretle düşüneceği bir problem olarak ortaya koyuyor. Öykülerin en ayırıcı vasıflarından biri hepimizin çok sıradan olarak görüp geçiştirdiği bir durumu, bir eylemi probleme dönüştürebilmesi.
Yazar, açıktan olmasa da, dil ile düşünce arasındaki kadim ilişkiye farklı yaklaşımlar getiriyor. Bakışın Kirlettiği Ayna'da 'düşünce' dil sayesinde 'düşünülecek bir kıvam' buluyor kendine; bir yoğunluk ve tehdit gücü kazanıyor. Düşüncenin zihne uyguladığı şiddet, dil sayesinde hafifletiliyor. Kitap bu yönüyle felsefî bir alana da sokuyor bizleri. Mehmet Erte, durumları, kavramları tersten okumayı göze alıyor kitap boyunca. Öykülerin çoğu 'önceden' olup bitenler anlatılmadan, birdenbire başlıyor. Sanki, 'şimdiye dek olup bitenleri nasılsa biliyorsunuz' der gibi. Buradan bakınca kitabı oluşturan öykülerin belirgin bir geleneğe yaslandığını söylemek oldukça zor. Yazar, öykünün biriktirdiği deneyimlere yaklaştığı yerde, ince bir ustalıkla, şaşırtıcı bir kıvraklıkla kendi zihninin tecrübelerini devreye sokuyor. Kimi zaman bu uğurda, bir çığlığa yol oluyor. Toplumsal intibakı kolaylaştırırken insanı normalliğin içinde bayağılaştıran dondurulmuş 'düşünce' biçimlerini farklı mekânlara çekip yeniden tasarlıyor. (Bir dipnot olarak, yazarın 'Fizik' öğrenimi görmüş olduğunu söyleyelim, bu, şifre çözmeye meraklı kimi okurların işine yarayabilir.)
Erte, kitabın "Hap" adlı ilk öyküsünün başında, okurları nasıl bir dünyanın içine davet ettiğinin haberini veriyor: "Çocukluğumdan beri düşünmemeye çalışırım. Düşünmemek elimden gelmiyor." Gerçekten de her öyküde durmaksızın düşünen, sorgulayan ve yorumlayan bir anlatıcıyla baş başa kalıyor okur. Bu düşünme biçimlerinin okura bir teklif gibi ulaştığı da oluyor. Sanki yazar kendini, kendi düşünce sistematiğini yazarken inceliyor. Bu öyküde psikolog, anlatıcıya şu ilginç öneride bulunuyor: "'Şiir yazmayın' dedi, 'duyguları boşaltmak sizin durumunuzdaki birine iyi gelmez.' 'Duyguları boşaltmak' demesine sinir olmuştum; 'Bakın,' diyerek karşı çıkacaktım ki Allahtan lafı ağzıma tıkadı, yoksa buraya şiir üzerine beylik sözler aktarmak zorunda kalacaktım. 'Sizin duygularınızı düzenlemeye ihtiyacınız var, öykü yazın mesela.'" Bir öykü okumakta olduğumuza göre bu önerinin dikkate alındığını düşünmeli miyiz? Ama anlatıcı bildiğini okumakta, hastalığını satırlara taşımaktadır; duygularını düzenlemek gibi bir kaygısı da yoktur. Burada bir paradoks yok, yazar bir öykü ortaya koymak için anlatmıyor zaten. "yoksa buraya şiir üzerine beylik sözler aktarmak zorunda kalacaktım" ifadesi yazarın 'uyanıklığını' gösteriyor. Kendini anlattığı konunun rehavetine kaptırmıyor; anlattıklarına, çoğu yerde dışarıdan bakıyor. Kendini, okurla birlikte dinliyor. Duygularını değil de düşüncelerini boşaltıyor sanki. Mantığın sınırlarını alabildiğine zorlayan yorumlar, nesnel gerçekliği parçalayan bir hal alıyor. Doktorun "düzenleme" önerisine bir başkaldırı olarak okunabilecek öykünün son cümlesi şu: "Bu öykünün yazarı Çehov değil."
Bakışın Kirlettiği Ayna'da edebiyat sanatının inceliklerini iyi kavramış, kendine kurduğu düşünce tuzaklarıyla eğlenen bir yazar var. Yazı ile yazarın arasına durmadan engeller koyan, zoru deneyen yazar "Delik" adlı ilk bölümdeki öykülerin -ki her biri somut kurallardan azadedir- tamamında kendisini tartışma konusu yapmayı sürdürüyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi hissedilen, öykü bittikten sonra da okurun zihninde varlığını sürdüren mantık dizgeleri kuruyor. İlk bölümdeki "Bakış ve Beden ya da Anlam Bulutlarının ardına Gizlenen Güneş", "Güneş Gözlüğü", "Gazoz Kapağı" ve "Af" adlı öykülerde yazarın anakonusu 'bağlanma'. Burada asıl önemli olan neden bağlanıldığı değil, 'birlikteliklerden doğan iktidar' ve öznenin bu iktidar karşısındaki durumudur. "Alnıma bir delik açmam gerekiyordu. Bir deliğe, alnımın ortasında idare eder büyüklükte bir deliğe acil olarak ihtiyacım vardı." diye başlayan "Delik" ve "Kendimi öldürecektim. Bir intihar? Hayır. Kendimi başka birini öldürür gibi öldürecektim." diye başlayan "Sinek" adlı öykülerde anlatıcı, sondan başa doğru bir akış içinde hayata bir başkasının hayatının içinden bakar gibidir. "Kendimi başka birini öldürür gibi öldürecektim." Bu ifade bizi bir taraftan Rimbaud'a (Ben bir başkasıdır) diğer taraftan Yunus'a (Bir ben vardur bende, benden içeru) götürüyor. 'İntihar' bir süs gibi durmuyor yazının yakasında. Adı geçen öykülerde, hayatın kıyısına neden varıldığına dair işaretler yoktur; anlatıcı, kendisini ortadan kaldırmasına fırsat vermeyen yoğun bir zihni kâğıda döker. Nedenlerin eksik olduğu bu öykülerde anlaşılan odur ki yazar okurları başka bir yere yoğunlaştırmak istemektedir. Kitabın "Bir Kölenin Eğitim Sorunları", "Bakışın Kirlettiği Ayna" ve "Vazgeçilmiş Renk" adlı bölümlerinin arka kapakta gizli bir ana başlık altında toplandığı belirtilmiş. "Delik"in ben-anlatıcısı terk edilse de, bazı izleklerin bu bölümlerde de sürdürüldüğü görülüyor. En önemli izleklerden 'bağlanma' kadın-erkek ilişkileri açısından ele alınarak sorunsallaştırılıyor.
Mehmet Erte, okurları zihnin labirentlerinde gezdiriyor; fakat bunu tertemiz, berrak bir Türkçeyle yapıyor. Aynı kavrama pek çok açıdan yaklaşıp uzaklaşıyor, böylece günlük hayatımızın içine dolduğu kalıpları bozarak düşünceyi yeni formlar içinde seslendirmeye çalışıyor. Öykülerdeki anlatıcının tüm duyuları ile zihni arasında sıkı bir bağ var; çevresinde algıladığı her şeyi en küçük parçalarına kadar bölerek kavramaya yönelen bu zihin, parçalar arasında denge kurmaya çalışırken, aslında bize gerçeğin ele geçmezliğini gösteriyor. Bizde, özellikle düzyazı türlerinde yazar, okurla metni baş başa bırakma çabası içinde olur. Bunu başarabilenler sessizce aradan çekilir ve kahramanın başına gelecekleri seyre koyulur. Öznelere çizilen rol, genellikle karakterlerine uygun olur. Bu uygunluk çevre ile de desteklenir. Olay ve çevre dairesine uygun ruhsal bir portre ile donatılan özne çoğunlukla 'düzenlenmiş' davranışlar gösterir. Erte, Bakışın Kirlettiği Ayna'da bu önceden 'düzenlenmiş' halleri silkeliyor ve gerçeğin ne kadarıyla temas halinde olduğumuzu yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor.
04.06.2008 Yenişafak Kitap
15 Haziran 2008 Pazar
"Martıların Düğünü"nde Fantazi ve Gerçek/Yeşim Dinçer
Martıların Düğünü'nü okurken Dostoyevski'nin bir sözünü anımsamadan edemedim : "Biz Rusların son on yılda manevi gelişme bakımından başından geçenler tutarlı bir biçimde anlatılmak istenirse, o zaman...bu bir hayalperestliktir diye kim bağırmaz ki?"
Büyük yazarın saptamasını, bir farkla kendi ülkemize de uyarlayabiliriz. Bir düşünün, 1999 Marmara depreminden başlayarak son on yılda neler yaşanmadı ki? 2001 ekonomik krizini izleyen büyük durgunluk, komşu ülke Irak'ın işgali ve bunun yarattığı siyasi gerilim, 20 Kasım 2003'de İstanbul'da patlayan ve onlarca insanın ölümüne ya da yaralanmasına yol açan bomba yüklü kamyonlar... Fakat biz, Ruslardan farklı olarak, şimdilik tüm bunların maddi dış cephesini algılıyabiliyoruz. Olaylar öylesine sıcak ki manevi kırılmaların ve çöküntünün boyutlarını tayin edebildiğimizi sanmıyorum henüz.
Merih Günay'ın kaleme aldığı Martıların Düğünü, tüm bu felaketlerden zarar gören bir İstanbullu'nun bireysel hikâyesini anlatıyor. Hikâye bir yanıyla çok sıradışı; çünkü artarda gelen olaylar "bu kadarı da olmaz" dedirtecek cinsten. Çoluk çocuk sahibi, turistik bir dükkân işleten ve aynı zamanda bir yazar olan tuzu kuru kahramanımız, deprem, peşisıra gelen ekonomik kriz ve terör saldırıları sonucunda işini, eşini ve evini kaybederek sokaklarda yatıp kalkacak hale gelir. Yani tam anlamıyla bir dibe vurma hikâyesi.
Günay, sinemada Godard'ın "sıçramalı kesme"lerini hatırlatan bir teknikle bağlamış olayları birbirine. Serseri Aşıklar'ı izleyenler hatırlayacaklardır: Belmondo'yu takside gördüğümüz bir kareyi, onu kaldırımda yürürken gördüğümüz bir başka kare izler. İzleyici hareketin başını, hemen peşinden de sonunu görür ve böylece devamlılık algısı kırılmış olur. Günay'ın bir durumdan ötekine geçerken fazla açıklayıcı olmaması bir yenilik olarak değerlendirilebileceği gibi, akıcılığı da sağlıyor.
Öte yandan, Descartes'ın, "düşünüyorum, öyleyse varım" dediği günden beri, modern anlatı sanatları (roman/öykü/sinema) insanı çevreleyen dış dünyayla iç dünya arasındaki gerilimden kaynaklanmakta. Martıların Düğünü'nde benöyküsel anlatımın yeğlendiğini görüyoruz, ancak söz konusu gerilimi aktarmaya yetmiyor bu kadarı. Başına gelen onca felaketten sonra, hayata kayıtsızlıkla, boş gözlerle bakan bir anlatıcı var karşımızda. Belki de yazarın amacı, felaketlerin yol açtığı "afazi"yi, yani söz yitimini veya hissizleşmeyi aktarmak. Eğer hedeflenen buysa, öykünün sonuna kadar götürülmeliydi bu tutum. Çünkü hikâyenin -sonuna doğru- bir yerinde kahramanımız deri değiştirir gibi sıyrılıyor bu ruh halinden. Aşkın yardımıyla bile olsa, geçmişin izlerini çarçabuk silen bu acil iyileşme gerçekçi gözükmüyor ve anlatılanların bir "fantezi"den ibaret olduğu yanılsamasını yaratıyor.
Kitapta, bu genel tablonun dışında kalan ve birebir yaşanmışçasına inandırıcılık taşıyan bir dilim var ki Merih Günay'ın çok daha iyi şeyler yazabileceğini düşündürmekte. Bu kısa epizotta yaşlı bir babanın ölümü ve sonrasındaki cenaze töreni anlatılıyor. Ölüm, "semtin yoksullarının ölmek için seçtikleri" bir sigorta hastanesinde gerçekleşiyor; ölen şahıs da öyküsünü bize nakleden genç adamın babası. Burada zaman ağırlaşıyor; duygusallık kasıtlı olarak ağır basmıyor belki, fakat kimi ayrıntılar sayesinde öykü insani bir derinlik kazanıyor:
"... işaret ederek beni içeri çağırdılar.
- Nesi oluyorsun?
- Oğlu.
- Ölmüş bu. Hastabakıcıyı bul, çıkış işlemlerinde sana yardımcı olsun.
Bir yumrukta yere serilir, ikinci yumrukta kendini doktor cennetinde bulurdu. Söylediklerini duymamış gibi davranıp babamın yüzüne baktım. Gözleri fal taşı gibi açık, dudakları aralıktı. Susuzluktan ölmüş gibiydi. Acele etmedim. Yayları gevşemiş, çarşafı eskimiş de olsa, toprağın altına girmeden önce bir yatağın üzerinde geçirilecek her saniye, ölüye övgüdür diye düşündüm. Yetmiş sefil yılını, güneş yüzü görmeyen torna atölyelerinde, sıva tutmaz kira evlerinde geçirdiği dünyada, toprağın üzerinde birkaç dakika fazladan kalmasının bir sakıncasını görmedim." (s.21) Eklemeden geçemeyeceğim: Öz Yapım ve Havuz Yayınları'nca yayımlanan anlatı, kitap özlemi çeken genç yazarlara "darısı başıma" dedirtecek cinsten. Kapağı, dizgisi ve desenleriyle her bakımdan çok özenli bir baskı olmuş. Kutlamak gerek.
Büyük yazarın saptamasını, bir farkla kendi ülkemize de uyarlayabiliriz. Bir düşünün, 1999 Marmara depreminden başlayarak son on yılda neler yaşanmadı ki? 2001 ekonomik krizini izleyen büyük durgunluk, komşu ülke Irak'ın işgali ve bunun yarattığı siyasi gerilim, 20 Kasım 2003'de İstanbul'da patlayan ve onlarca insanın ölümüne ya da yaralanmasına yol açan bomba yüklü kamyonlar... Fakat biz, Ruslardan farklı olarak, şimdilik tüm bunların maddi dış cephesini algılıyabiliyoruz. Olaylar öylesine sıcak ki manevi kırılmaların ve çöküntünün boyutlarını tayin edebildiğimizi sanmıyorum henüz.
Merih Günay'ın kaleme aldığı Martıların Düğünü, tüm bu felaketlerden zarar gören bir İstanbullu'nun bireysel hikâyesini anlatıyor. Hikâye bir yanıyla çok sıradışı; çünkü artarda gelen olaylar "bu kadarı da olmaz" dedirtecek cinsten. Çoluk çocuk sahibi, turistik bir dükkân işleten ve aynı zamanda bir yazar olan tuzu kuru kahramanımız, deprem, peşisıra gelen ekonomik kriz ve terör saldırıları sonucunda işini, eşini ve evini kaybederek sokaklarda yatıp kalkacak hale gelir. Yani tam anlamıyla bir dibe vurma hikâyesi.
Günay, sinemada Godard'ın "sıçramalı kesme"lerini hatırlatan bir teknikle bağlamış olayları birbirine. Serseri Aşıklar'ı izleyenler hatırlayacaklardır: Belmondo'yu takside gördüğümüz bir kareyi, onu kaldırımda yürürken gördüğümüz bir başka kare izler. İzleyici hareketin başını, hemen peşinden de sonunu görür ve böylece devamlılık algısı kırılmış olur. Günay'ın bir durumdan ötekine geçerken fazla açıklayıcı olmaması bir yenilik olarak değerlendirilebileceği gibi, akıcılığı da sağlıyor.
Öte yandan, Descartes'ın, "düşünüyorum, öyleyse varım" dediği günden beri, modern anlatı sanatları (roman/öykü/sinema) insanı çevreleyen dış dünyayla iç dünya arasındaki gerilimden kaynaklanmakta. Martıların Düğünü'nde benöyküsel anlatımın yeğlendiğini görüyoruz, ancak söz konusu gerilimi aktarmaya yetmiyor bu kadarı. Başına gelen onca felaketten sonra, hayata kayıtsızlıkla, boş gözlerle bakan bir anlatıcı var karşımızda. Belki de yazarın amacı, felaketlerin yol açtığı "afazi"yi, yani söz yitimini veya hissizleşmeyi aktarmak. Eğer hedeflenen buysa, öykünün sonuna kadar götürülmeliydi bu tutum. Çünkü hikâyenin -sonuna doğru- bir yerinde kahramanımız deri değiştirir gibi sıyrılıyor bu ruh halinden. Aşkın yardımıyla bile olsa, geçmişin izlerini çarçabuk silen bu acil iyileşme gerçekçi gözükmüyor ve anlatılanların bir "fantezi"den ibaret olduğu yanılsamasını yaratıyor.
Kitapta, bu genel tablonun dışında kalan ve birebir yaşanmışçasına inandırıcılık taşıyan bir dilim var ki Merih Günay'ın çok daha iyi şeyler yazabileceğini düşündürmekte. Bu kısa epizotta yaşlı bir babanın ölümü ve sonrasındaki cenaze töreni anlatılıyor. Ölüm, "semtin yoksullarının ölmek için seçtikleri" bir sigorta hastanesinde gerçekleşiyor; ölen şahıs da öyküsünü bize nakleden genç adamın babası. Burada zaman ağırlaşıyor; duygusallık kasıtlı olarak ağır basmıyor belki, fakat kimi ayrıntılar sayesinde öykü insani bir derinlik kazanıyor:
"... işaret ederek beni içeri çağırdılar.
- Nesi oluyorsun?
- Oğlu.
- Ölmüş bu. Hastabakıcıyı bul, çıkış işlemlerinde sana yardımcı olsun.
Bir yumrukta yere serilir, ikinci yumrukta kendini doktor cennetinde bulurdu. Söylediklerini duymamış gibi davranıp babamın yüzüne baktım. Gözleri fal taşı gibi açık, dudakları aralıktı. Susuzluktan ölmüş gibiydi. Acele etmedim. Yayları gevşemiş, çarşafı eskimiş de olsa, toprağın altına girmeden önce bir yatağın üzerinde geçirilecek her saniye, ölüye övgüdür diye düşündüm. Yetmiş sefil yılını, güneş yüzü görmeyen torna atölyelerinde, sıva tutmaz kira evlerinde geçirdiği dünyada, toprağın üzerinde birkaç dakika fazladan kalmasının bir sakıncasını görmedim." (s.21) Eklemeden geçemeyeceğim: Öz Yapım ve Havuz Yayınları'nca yayımlanan anlatı, kitap özlemi çeken genç yazarlara "darısı başıma" dedirtecek cinsten. Kapağı, dizgisi ve desenleriyle her bakımdan çok özenli bir baskı olmuş. Kutlamak gerek.
ÖYKÜ İLE HİKAYE ARASINDA “KEBİKEÇ” / YILMAZ YILMAZ
Bilmiş/Kebikeç, Ceyhun Emre Teoman– Şule Yay. Ocak 2007
Sözü örtülü söyleme geleneği şiirimizde en güzel ifadesini divan şairlerinin eşsiz söyleyişinde bulmuştur. Yunus Emre, her ne kadar halkın anlayacağı bir söyleyiş biçimini benimsemiş olsa da, şiirlerindeki örtülü anlam aslında onun divan şairlerinden hiç de eksik kalır yanının olmadığını, hatta bir kısmını aştığını dahi rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten Risaletün Nushiyye, bunun en güzel örneğidir.
Öykü ya da roman, şiire kıyasla, daha açık bir anlatım biçimini benimser. Şiirde aslolan imgelerle zihin haritasında tasavvurlar oluşturmaktır, öyküde ise imgeden ziyade “anlatma” ya da “tahkiye” ile tasavvurlar oluşturulur okuyucunun zihninde. Şiir, yapısı gereği, çoklu okumalara müsait, yorum kadrajı geniş bir tür iken, öyküde durum pek de öyle değildir. Öykü söylemek istediğini doğrudan veren, lafı dolandırmayan, okuyucuya imgeye dayalı anlatımla yormayan bir yapıya sahiptir. Amiyane tabirle, öykü düz anlatımdır.
Klasik tabirle bir düzyazı örneği olan öykü, şiirsel söyleyişe açıktır ancak bu anlatımı kıracak derecede ise zaten okunan metnin kuramsal anlamda öykü olduğunu söylememiz mümkün değildir. Yani şiire oldukça açık bir öykünün ne anlattığından ziyade ne hissettirdiği devreye girmektedir. Doğu kültürünün bin bir nükte ve hikmetle süsleyerek, bezeyerek ortaya koyduğu mesel, kıssa ya da halk hikâyesi geleneğinin post-modern edebiyat bağlamında yerini kıssadan salt hisseye devretmiş olması öykü-hikâye ikilemini de beraberinde getirmiştir zaten. Öyküye içsel, hikâyeye de klasik anlatı yazısı demek de en büyük yanılgı olmalıdır… Başta, salt hikâye kelimesine Türkçe söyleyiş olarak kullanılan ve zamanla kendine has bir birikim ve oluşum yakalayan öykü, aslında hikâyeden pek de farklı olmasa gerek…
Ceyhun Teoman Emre’nin Şule yayınlarından çıkan Bilmiş/Kebikeç’i de bu tür sıkıntılarla sunulmuş okuyucuya… Temel izlek olarak dönüşüm, ya da tasavvuftaki seyr-i sülûk, yolculuğunu anlatan iki uzun öyküden oluşuyor kitap. Sanırım ilk sıkıntı daha başta kitabın tür olarak yaslandığı kelimeden kaynaklanıyor. Gelenek damarından beslenen, tasavvufi cezbeyi, insan-ı kâmil yolculuğunu ya da Yunus’un “kendini bilme” keyfiyetini anlatan kitap, salt referans aldığı kaynaklar göz önüne alındığında bile bir “öykü” değil hikâyedir. Bu; öykü kelimesini, yazarın ya da yayınevinin aslında pek de bilinçli bir tercih olarak seçmediğini, hikâyenin anlamdaşı niyetine, modern söyleyişi niyetine seçtiği intibasını uyandırmaktadır.
Mahruk Baba adlı kitabıyla hatırlıyoruz Ceyhun Emre Teoman’ı. Tasavvufî terminolojisi ve neşveyi bir neyzenin hayatı üzerinden ustalıkla kurgulamış ve okuyucuyu sıkmadan, sıkıntıya düşürmeden bu işin altından kalkmıştı. Ne ki Bilmiş/Kebikeç gerek biçem olarak gerek göndermelerde bulunduğu kaynaklar ve kişiler olarak beyin cidarlarını zorlayan, azlasıyla öznel, içsel bir kitap olmuş.
Yukarıda da temas ettiğimiz örtülü söyleme geleneğini Mahruk Baba’da resme boyanın yedirilmesi gibi hissettirmeden verirken nedense Bilmiş/Kebikeç ’te bunu başaramamış.
Kitabın bir başka açmazı da haddinden fazla iç monologlara başvurması… Durum ya da kesit öykülerinde sıkça kullanılan bu teknik öykü yazarının öykü yazdığını unutmadan kullanmasıyla başarıya ulaşır. Haddizatında öykü bir “kurmaca” metin olduğuna göre yazarın yoğunlaştırılmış dile, damıtılmış söyleme, yani şiirsel imgeye, sıklıkla başvurması metni “kurmaca” olmaktan, yani öykü olmaktan, uzaklaştırır.
Kitap iki bölümden oluşuyor; Bilmiş ve Kebikeç. Bilmiş yukarda da söylediğimiz gibi tasavvufi referanslarla, göndermeler yüklü bir metin, ne ki öykü olmaktan çok uzak. Bilmiş, bildiğinden sıyrılarak, bilgi elbisesinden soyunarak yola revan olmalı, bu hâl insanı olmanın birinci adımı… Günaha tövbe de denebilir bir bakıma bu birinci adıma, arınma kurnası da… Yazarın, insan nefsi, ben’i olarak tarif ettiği Bilmiş ’e seyr boyunca iki can yoldaşlık edecektir. Hu sırrını mündemiç Derviş ile Hüve sırrını mündemiç Ermiş… Yolun sonunda nihai hedef, Bilmiş ’in Derviş’e inkılâp etmesi ve Ermiş’te karar kılması…Tasavvuf literatürünü bilen okuyucuya hitap ediyor kitap. Tabii bilinen birçok nükteyi, hikmet damlasını da barındırıyor (Meselâ sen’in “Ben” olması)
Sözü örtülü söyleme geleneği şiirimizde en güzel ifadesini divan şairlerinin eşsiz söyleyişinde bulmuştur. Yunus Emre, her ne kadar halkın anlayacağı bir söyleyiş biçimini benimsemiş olsa da, şiirlerindeki örtülü anlam aslında onun divan şairlerinden hiç de eksik kalır yanının olmadığını, hatta bir kısmını aştığını dahi rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten Risaletün Nushiyye, bunun en güzel örneğidir.
Öykü ya da roman, şiire kıyasla, daha açık bir anlatım biçimini benimser. Şiirde aslolan imgelerle zihin haritasında tasavvurlar oluşturmaktır, öyküde ise imgeden ziyade “anlatma” ya da “tahkiye” ile tasavvurlar oluşturulur okuyucunun zihninde. Şiir, yapısı gereği, çoklu okumalara müsait, yorum kadrajı geniş bir tür iken, öyküde durum pek de öyle değildir. Öykü söylemek istediğini doğrudan veren, lafı dolandırmayan, okuyucuya imgeye dayalı anlatımla yormayan bir yapıya sahiptir. Amiyane tabirle, öykü düz anlatımdır.
Klasik tabirle bir düzyazı örneği olan öykü, şiirsel söyleyişe açıktır ancak bu anlatımı kıracak derecede ise zaten okunan metnin kuramsal anlamda öykü olduğunu söylememiz mümkün değildir. Yani şiire oldukça açık bir öykünün ne anlattığından ziyade ne hissettirdiği devreye girmektedir. Doğu kültürünün bin bir nükte ve hikmetle süsleyerek, bezeyerek ortaya koyduğu mesel, kıssa ya da halk hikâyesi geleneğinin post-modern edebiyat bağlamında yerini kıssadan salt hisseye devretmiş olması öykü-hikâye ikilemini de beraberinde getirmiştir zaten. Öyküye içsel, hikâyeye de klasik anlatı yazısı demek de en büyük yanılgı olmalıdır… Başta, salt hikâye kelimesine Türkçe söyleyiş olarak kullanılan ve zamanla kendine has bir birikim ve oluşum yakalayan öykü, aslında hikâyeden pek de farklı olmasa gerek…
Ceyhun Teoman Emre’nin Şule yayınlarından çıkan Bilmiş/Kebikeç’i de bu tür sıkıntılarla sunulmuş okuyucuya… Temel izlek olarak dönüşüm, ya da tasavvuftaki seyr-i sülûk, yolculuğunu anlatan iki uzun öyküden oluşuyor kitap. Sanırım ilk sıkıntı daha başta kitabın tür olarak yaslandığı kelimeden kaynaklanıyor. Gelenek damarından beslenen, tasavvufi cezbeyi, insan-ı kâmil yolculuğunu ya da Yunus’un “kendini bilme” keyfiyetini anlatan kitap, salt referans aldığı kaynaklar göz önüne alındığında bile bir “öykü” değil hikâyedir. Bu; öykü kelimesini, yazarın ya da yayınevinin aslında pek de bilinçli bir tercih olarak seçmediğini, hikâyenin anlamdaşı niyetine, modern söyleyişi niyetine seçtiği intibasını uyandırmaktadır.
Mahruk Baba adlı kitabıyla hatırlıyoruz Ceyhun Emre Teoman’ı. Tasavvufî terminolojisi ve neşveyi bir neyzenin hayatı üzerinden ustalıkla kurgulamış ve okuyucuyu sıkmadan, sıkıntıya düşürmeden bu işin altından kalkmıştı. Ne ki Bilmiş/Kebikeç gerek biçem olarak gerek göndermelerde bulunduğu kaynaklar ve kişiler olarak beyin cidarlarını zorlayan, azlasıyla öznel, içsel bir kitap olmuş.
Yukarıda da temas ettiğimiz örtülü söyleme geleneğini Mahruk Baba’da resme boyanın yedirilmesi gibi hissettirmeden verirken nedense Bilmiş/Kebikeç ’te bunu başaramamış.
Kitabın bir başka açmazı da haddinden fazla iç monologlara başvurması… Durum ya da kesit öykülerinde sıkça kullanılan bu teknik öykü yazarının öykü yazdığını unutmadan kullanmasıyla başarıya ulaşır. Haddizatında öykü bir “kurmaca” metin olduğuna göre yazarın yoğunlaştırılmış dile, damıtılmış söyleme, yani şiirsel imgeye, sıklıkla başvurması metni “kurmaca” olmaktan, yani öykü olmaktan, uzaklaştırır.
Kitap iki bölümden oluşuyor; Bilmiş ve Kebikeç. Bilmiş yukarda da söylediğimiz gibi tasavvufi referanslarla, göndermeler yüklü bir metin, ne ki öykü olmaktan çok uzak. Bilmiş, bildiğinden sıyrılarak, bilgi elbisesinden soyunarak yola revan olmalı, bu hâl insanı olmanın birinci adımı… Günaha tövbe de denebilir bir bakıma bu birinci adıma, arınma kurnası da… Yazarın, insan nefsi, ben’i olarak tarif ettiği Bilmiş ’e seyr boyunca iki can yoldaşlık edecektir. Hu sırrını mündemiç Derviş ile Hüve sırrını mündemiç Ermiş… Yolun sonunda nihai hedef, Bilmiş ’in Derviş’e inkılâp etmesi ve Ermiş’te karar kılması…Tasavvuf literatürünü bilen okuyucuya hitap ediyor kitap. Tabii bilinen birçok nükteyi, hikmet damlasını da barındırıyor (Meselâ sen’in “Ben” olması)
Yaşamın Öteki Yüzü/Tufan Erbarıştıran
İnsan yaşamı birçok kavramı/değeri özünde barındırır. Sözgelimi, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi… Bunların hepsi yaşamı bir hamur gibi yoğurarak, ona türlü şekiller vererek yeniden meydana gelmesini sağlar. İnsan bu sürekli devinim içinde kendini tanımaya, kim olduğunu anlamaya çalışır. Ona ancak özgür bilim ve felsefe yardım edebilir.
Günümüzde trafik karmaşası, çevre kirliliği, bölgesel savaşlar, tüketim çılgınlığı gibi günlük uğraşlar bizi kendimizden uzaklaştırmaktadır. Artık kim olduğumuzu, neye yaradığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi bir kenara bırakmaktayız. Din ise kendi kulvarından bize yaklaşmakta, Tanrı ve metafizik ağırlıklı seslenişiyle spesifik bir katkıda bulunmaktadır. İşte tam bu aşamada Merih Günay, bir erkek kahramanın yaşamında, sözlerinde, davranışlarında tüm bu haykırışları eğreltir, sağa sola çeker, onları düzenler ve kendince bir yöntemle yeniden ortaya çıkartır. Bunu yaparken de ironik bir bakış açısını unutmaz.
“Martıların Düğünü”, yaşamın içinden küçük bir kesit sunuyor bizlere. Erkek kahraman yürürken ıslık çalan, mutlu, iyi bir ailesi olan, pek de gelecek korkusu taşımayan biridir. “…refah, bereket, mutluluk içinde yaşıyorduk. Pahalı kıyafetler giyiyor, güzel yemekler yiyorduk. s/15” Yaşamın içinde ‘anlık’ kırılmalar, sürpriz çıkışlar, tuhaf olaylar vardır. Erkek kahraman yazgısını sınamak, Tanrıyla bir şaka yapmak ister. Ondan sonra da olanlar olur. Burada yazarın varmak istediği nokta şudur: İnsanın şansı ve yazgısı ne kadar gerçektir? Bunları değiştirebilir mi? Tanrı’ya inanan bir mümin hiç kuşkusuz diyecektir ki, insanın yaşamı önceden kurgulanmış bir senaryodur. Böyle midir gerçekten? Yoksa yaşam diye bildiğimiz, içinde yaşadığımız ‘şeyin’ adı sonradan oluşan bir ‘gelişim’ olmasın sakın? Son yıllarda çokça moda olan matrix türü bir yazılım içinde çırpınan, aslında sadece bir harf olan, yazgısı belli bir figür müdür insan? Soruları çoğaltmak olasıdır. Belki de özgür akıl ile kendini yenileyebilen, inisiyasyon sayesinde ruhunu tanıyabilen bir varlıktır insan. Yazarın ironik bakış açısı metnin tamamını kaplamış ne yazık ki. Bize göre böylesine duyarlı ve üzerinde çokça edebi tartışmaların yapılacağı konular daha felsefi bir yorumla öyküleştirilmeliydi. Yazarın kişisel sınırlarını zorlamadığı bir ‘alanın’ oluşumu, varlığı, döngüselliği öykünün içinde kendini hemen gösteriyor. Sokrates’in ünlü ‘bilgi doğurtma metodu’ ile neler yaptığını, kölelerin bile ağzından hangi bilgileri ortaya çıkarttığını biliyoruz. Tanrısal irade açısından ise, ‘inanç’ her şeydir. Bu yadsınamaz. Yaşamın arka yüzüne bir ayna tutan yazar zekice bir değerlendirme ile oluş ve yokoluşu yer değiştiriyor. Doğanın özündeki zıtlık ve karmaşayı kahramanın yaşamına odaklıyor, metaformaz bir gözlükle olayları yorumlamaya başlıyor. ‘Ben’ ile diğer üst/beni çarpıştırıyor, yok ediyor, onların iç içe geçmiş ve dağınık hallerinden farklı bir yaratım sağlıyor. Bunları tek bakış açısıyla yapmaya çalışması yeterli düşünsel zenginliği kazandırmıyor…
Büyük bir kentte yaşanan terör olayları, deprem gibi olumsuz gelişmeler kahramanın kişiliğini, yaşamını, düşlerini tümden değiştirmiştir. Bu duruma Tanrı’nın laneti de denilebilir, başka bir şeyde… Yaşamda doğum gibi ölüm olayı da her canlının yazgısıdır. Kahramanın babası ölmüştür. Başlangıç ve son! Her ikisi de insan yaşamını doğrudan etkileyen, belirli bir anlam veren temel unsurlardır. Nitekim kahramanımız da ölüm olayından ve yaşadığı büyük felaketlerden sonra belirli bir değişime uğrar. Bilinç yitimi, bellek kayması, dejavu gibi akılsal törpülenmeler ile ruh sağlığı elden gider. O artık olayların yarattığı ‘başka biri’ olmuştur. Yazınsal metinde ise insanın söylemleri, davranışları ile önceki yaşamı arasında derin uçurumlar belirir. “Yüzümü yıkayıp tekrar baktım, korkunç görünüyordum. s/26” Aynanın arka yüzü kendini göstermeye başlamıştır.
“Martıların Düğünü” Merih Günay-H@vuz Yayınları, Ankara 2007
Günümüzde trafik karmaşası, çevre kirliliği, bölgesel savaşlar, tüketim çılgınlığı gibi günlük uğraşlar bizi kendimizden uzaklaştırmaktadır. Artık kim olduğumuzu, neye yaradığımızı, bu dünyaya neden geldiğimizi bir kenara bırakmaktayız. Din ise kendi kulvarından bize yaklaşmakta, Tanrı ve metafizik ağırlıklı seslenişiyle spesifik bir katkıda bulunmaktadır. İşte tam bu aşamada Merih Günay, bir erkek kahramanın yaşamında, sözlerinde, davranışlarında tüm bu haykırışları eğreltir, sağa sola çeker, onları düzenler ve kendince bir yöntemle yeniden ortaya çıkartır. Bunu yaparken de ironik bir bakış açısını unutmaz.
“Martıların Düğünü”, yaşamın içinden küçük bir kesit sunuyor bizlere. Erkek kahraman yürürken ıslık çalan, mutlu, iyi bir ailesi olan, pek de gelecek korkusu taşımayan biridir. “…refah, bereket, mutluluk içinde yaşıyorduk. Pahalı kıyafetler giyiyor, güzel yemekler yiyorduk. s/15” Yaşamın içinde ‘anlık’ kırılmalar, sürpriz çıkışlar, tuhaf olaylar vardır. Erkek kahraman yazgısını sınamak, Tanrıyla bir şaka yapmak ister. Ondan sonra da olanlar olur. Burada yazarın varmak istediği nokta şudur: İnsanın şansı ve yazgısı ne kadar gerçektir? Bunları değiştirebilir mi? Tanrı’ya inanan bir mümin hiç kuşkusuz diyecektir ki, insanın yaşamı önceden kurgulanmış bir senaryodur. Böyle midir gerçekten? Yoksa yaşam diye bildiğimiz, içinde yaşadığımız ‘şeyin’ adı sonradan oluşan bir ‘gelişim’ olmasın sakın? Son yıllarda çokça moda olan matrix türü bir yazılım içinde çırpınan, aslında sadece bir harf olan, yazgısı belli bir figür müdür insan? Soruları çoğaltmak olasıdır. Belki de özgür akıl ile kendini yenileyebilen, inisiyasyon sayesinde ruhunu tanıyabilen bir varlıktır insan. Yazarın ironik bakış açısı metnin tamamını kaplamış ne yazık ki. Bize göre böylesine duyarlı ve üzerinde çokça edebi tartışmaların yapılacağı konular daha felsefi bir yorumla öyküleştirilmeliydi. Yazarın kişisel sınırlarını zorlamadığı bir ‘alanın’ oluşumu, varlığı, döngüselliği öykünün içinde kendini hemen gösteriyor. Sokrates’in ünlü ‘bilgi doğurtma metodu’ ile neler yaptığını, kölelerin bile ağzından hangi bilgileri ortaya çıkarttığını biliyoruz. Tanrısal irade açısından ise, ‘inanç’ her şeydir. Bu yadsınamaz. Yaşamın arka yüzüne bir ayna tutan yazar zekice bir değerlendirme ile oluş ve yokoluşu yer değiştiriyor. Doğanın özündeki zıtlık ve karmaşayı kahramanın yaşamına odaklıyor, metaformaz bir gözlükle olayları yorumlamaya başlıyor. ‘Ben’ ile diğer üst/beni çarpıştırıyor, yok ediyor, onların iç içe geçmiş ve dağınık hallerinden farklı bir yaratım sağlıyor. Bunları tek bakış açısıyla yapmaya çalışması yeterli düşünsel zenginliği kazandırmıyor…
Büyük bir kentte yaşanan terör olayları, deprem gibi olumsuz gelişmeler kahramanın kişiliğini, yaşamını, düşlerini tümden değiştirmiştir. Bu duruma Tanrı’nın laneti de denilebilir, başka bir şeyde… Yaşamda doğum gibi ölüm olayı da her canlının yazgısıdır. Kahramanın babası ölmüştür. Başlangıç ve son! Her ikisi de insan yaşamını doğrudan etkileyen, belirli bir anlam veren temel unsurlardır. Nitekim kahramanımız da ölüm olayından ve yaşadığı büyük felaketlerden sonra belirli bir değişime uğrar. Bilinç yitimi, bellek kayması, dejavu gibi akılsal törpülenmeler ile ruh sağlığı elden gider. O artık olayların yarattığı ‘başka biri’ olmuştur. Yazınsal metinde ise insanın söylemleri, davranışları ile önceki yaşamı arasında derin uçurumlar belirir. “Yüzümü yıkayıp tekrar baktım, korkunç görünüyordum. s/26” Aynanın arka yüzü kendini göstermeye başlamıştır.
“Martıların Düğünü” Merih Günay-H@vuz Yayınları, Ankara 2007
"Ankara Öykü Günleri"nden "Dünya Öykü Günleri"ne/Aysu Erden
Ankara Öykü Günleri, Edebiyatçılar Derneği kurucularından Özcan Karabulut tarafından uygulanmaya konduğu ilk günden beri, ülkemizden başlayarak, Doğuya-Batıya, uzak-yakın birçok ülkeye, öykülerle uzanmayı; öyküyü farklı dillerde konuşan, farklı coğrafyalarda yaşayan yazarlarla, okurlarla kurulacak bir iletişim biçimi ve aracı haline getirmeyi hedefledi. Yıllar ilerledikçe, etkinliklere farklı araştırma alanlarından katılan öykü dostlarının sayısı gitgide arttı. Öykü aracılığıyla paylaşılacak görüşler, duygular, sevgi ve dostluk ortamları yaratmanın önemi her yıl daha iyi anlaşıldı. Etkinlikler, giderek, yazarların, eleştirmenlerin çeşitli mekânlarda okurlarla buluşarak eserlerini özgürce tartıştıkları birer forum niteliğini kazandı. Hepsinden de önemlisi, dünya edebiyatı içinde Türk öykücülüğünün yerini belirginleştirmeyi hedefleyen bir etkinlik olarak, Ankara Öykü Günleri, yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da tanındı, desteklendi. Sonunda, Türkiye gibi geniş bir coğrafyada başlatılarak yaygınlaştırılan, kurumsallaşmış bir edebiyat etkinliği olarak, Türkiye sınırlarının ötesine taşındı. Ülkemizde, başta başkent Ankara olmak üzere Adana, Antalya, İzmir, Diyarbakır, Bursa, Aydın'da gerçekleştirilen öykü günleri; yurt dışında Almanya, Kıbrıs ve Hollanda'da da kotarıldı. Bu kentlere, son yıllarda, Eskişehir ve Konya da katıldı. Sonuç olarak, bugün kurumsallaşmış bir etkinliğe dönüşen öykü günleri, "Dünya Öykü Günü"ne uzanan yolun da başlangıcı oldu. Geniş bir coğrafyayı dolaşmakta olan öykü günleri, 14 Şubat Dünya Öykü Günü projesini de doğurarak, edebiyatçılar arasında barışın, dostluğun, sevginin simgesi durumuna geldi. Özcan Karabulut'un, Edebiyatçılar Derneği başkanı olduğu sırada (2001-2003), 14 Şubat 2002 tarihinde gerçekleştirilen "Öykü Forum"da yazar-öykü-okur üçlüsü arasında oluşturulan ortamın, 14 Şubat Dünya Sevgi-Sevgililer Günü gibi anlamlı bir günle uyumlu olduğu düşüncesinden çıkılarak, 14 Şubat'ın Dünya Öykü Günü olarak kutlanmasına karar verildi. Niçin dünya öykü günü? Niçin 14 Şubat? sorularına yanıt aranan Forum'da, 2003 yılında, Dünya Öykü Günü'nün, Türkiye'nin dört önemli yazar örgütü olan P.E.N. Yazarlar Derneği, Edebiyatçılar Derneği, TYS ve Dil Derneği işbirliğiyle sürdürülmesine ve on iki ilde yapılmasına karar alındı. Proje, aynı yıl, 6. Ankara Öykü Günleri'ne taşındı ve "Ankara Öykü Günleri'den Dünya Öykü Günü'ne Doğru" başlığı altında tartışıldı. 2002 yılından bu yana 14 Şubat, ülkemizin pek çok ilinde, Edebiyatçılar Derneği başta olmak üzere çeşitli dergi, kurum ve kuruluşların öncülüğünde "Dünya Öykü Günü" olarak kutlanmakta, etkinlikler düzenlenmektedir. Dünya Öykü Günü'nün uluslararası gelişiminin temelleri ise, bugün Derneğimizin Genel Başkan Yardımcısı olan Prof. Dr. Aysu Erden'in Türkiye P.E.N. Merkezi resmi delegesi olarak katıldığı 69.Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresinde (Mexico City-2003) ve yine Aysu Erden ile Derneğimizin eski başkanlarından Özcan Karabulut'un katıldıkları 71.Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresinde (Bled, Slovenya, 2005) atıldı. 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi, P.E.N. Uluslararası Çeviri ve Dil Hakları Komitesi ve Delegeler Meclisi tarafından her iki kongrede de onaylandı. Böylece, bu önemli proje, UNESCO'ya iletilmek üzere Uluslararası P.E.N. tarafından resmen kabul ve ilan edilmiş oldu. 2002 yılında başlatılan 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi, ilk kez, Türkiye P.E.N. Merkezi Başkanı Üstün Akmen ve P.E.N. üyesi Aysu Erden tarafından, 17-24 Eylül 2004 tarihinde Makedonya'nın Ohrid kentinde yapılan 68. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi'nde, Uluslararası P.E.N. Yürütme Kurulu'na tanıtıldı. Türkiye P.E.N. Merkezi, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin 68. Uluslararası P.E.N. Kongresi'nin Delegeler Meclisi gündemine alınması için başvuruda geç kalmasına rağmen, Uluslararası P.E.N'in Sekreteri ve Uluslararası P.E.N. İdari İşler Sekreteri, Türkiye P.E.N. Merkezi'nin bu önerisini Delegeler Meclisi'nde gündeme getirdiler. Bir yıl sonra, Türkiye P.E.N. Merkezi, 3 Eylül 2003 tarihli başvuru yazısıyla, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'ni Uluslararası P.E.N. Yürütme Kurulu'na bir kez daha sundu. Amaç, 14 Şubat Dünya Öykü Günü'nün UNESCO'nun Kültür Takvimi'nde yer almasıydı. Ancak bu amacın gerçekleşebilmesi için, söz konusu projenin 22-27 Kasım 2003 tarihlerinde Mexico City'de yapılacak olan 69. Uluslararası P.E.N Dünya Kongresi'nin Delegeler Meclisi gündemine alınması, onaylanması ve resmen kabul edilmesi gerekiyordu. Uluslararası P.E.N. Uluslararası Sekreteri'nin 1 Ekim 2003 tarihli kabul yanıtında şu sözler yer almaktaydı: "Sekreterlik, kısa bir süre önce, Dünya Öykü Günü ile ilgili önerinizi içeren mektubunuzu almış bulunmaktadır. Dünya Öykü Günü'nü, Meksika'daki Kongre'nin takvimine aldığımız konusunda sizi bilgilendirmek istiyorum. Türkiye P.E.N. Merkezi tarafından yapılan bu girişimden, aynı zamanda da Türkiye P.E.N. Merkezi'nin Edebiyatçılar Derneği ile birlikte çalışmasından memnuniyet duymaktayım". Dönemin Uluslararası P.E.N. Uluslararası Sekreteri Dr.Terry Carlbom'un 14 Şubat Dünya Öykü Günü'nün dünyada geniş bir coğrafyada kutlanması yönünde onaylanan ilk uluslararası resmi belge olma niteliğini taşıyan bu yanıtı şöyle devam etmektedir: "Uluslararası P.E.N., Türkiye P.E.N. Merkezi'nin 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'ni Delegeler Meclisi'ne önermektedir. Bu proje, Edebiyatçılar Derneği ile yapılan işbirliği sonucunda daha da geliştirilmiştir. Türkiye P.E.N. Merkezi, 14 Şubat Dünya Öykü Günü'nün, UNESCO'nun Kültür Takvimi'nde yer almasının, 21 Mart Dünya Şiir Günü ve benzeri diğer tarihler gibi, P.E.N.'in temel misyonlarının, aşağıda sözü edilen belli başlı özelliklerinin yaygınlaştırılmasına olanak sağlayacağına inanmaktadır:
1- Öykü incelemeleri aracılığıyla, tüm dünyada edebiyat çalışmalarını geliştirip yaygınlaştırmak 2- Edebiyat eğitimini geliştirip yaygınlaştırmak 3- Barış kültürünü yerleştirmek 4- Tüm dünyada yazarların ifade özgürlüğünü savunmak 5- Kültür farklılıklarına ve dilbilimsel farklılıklara saygı göstermek." Delegeler Meclisi aldığı tavsiye kararında tüm P.E.N. merkezlerini, dünya edebiyatlarında kısa öyküyü canlandırmak amacıyla başlatılacak olan çalışmaları desteklemeye çağırmakta ve yürütme kuruluna, Dünya Öykü Günü'nün, UNESCO'nun Kültür Takvimi'ne alınması yönündeki girişimi yapmasını önermekteydi. 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi, 19.21 Eylül 2003 tarihlerinde Makedonya'nın Ohrid kentinde yapılan 6. Ohrid Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Konferansı'nda Kata Kulavkova'nın başkanlığında gerçekleştirilen toplantılarda delegelere tekrar sunulduktan sonra, 22-27 Kasım 2003 tarihlerinde Mexico City'de yapılan 69. Uluslararası P.E.N Dünya Kongresi'nde, Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin tavsiye kararlarından biri olarak delegeler tarafından 27 Kasım 2003 tarihli toplantıda kabul edildi. Proje, aynı yıl içinde, yazılı olarak Uluslararası P.E.N. merkezlerine elektronik posta ve mektup aracılığıyla duyuruldu. Uluslararası P.E.N. delegeleri, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin temel amaçlarını, hedeflerini ve yerel, bölgesel, uluslararası düzeylerdeki uygulama yöntemlerini, gerek 17-21 Haziran 2004 tarihlerinde yapılan 7. Ohrid Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Konferansı'nda gerek Norveç'in Tromso kentinde 6-12 Eylül 2004 tarihlerinde gerçekleştirilen 70. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi'nde, Kata Kulavkova ve Terry Carlbom başkanlığında toplanan Çeviri ve Dil Hakları Komitesi toplantılarında görüştüler. Her iki toplantının sonucunda, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin Uluslararası P.E.N.'in Diversity (Çeşitlilik) çok dilli E- Antoloji Projesi'nin web sitesinin (http://www.diversity.org.mk) Projeler (projects) ve etkinlikler (Events) sayfasında P.E.N. merkezlerine tanıtılmasına karar verildi. Uluslararası P.E.N.'in Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Diversity (Çeşitlilik) Web Projesi'nde, Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak hazırlanan Dünya Öykü Günü Sitesi'ne (http://www.worldshortstoryday.org) link verildi. Uluslararası P.E.N'in Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı Kata Kulavkova, davetli olarak geldiği 23. Tüyap Kitap Fuarı'nda (23-31 Ekim 2004) ve "Ege ve Balkanlarda Kültürel Çeşitlilik" konulu panelde konuşma yapmak üzere geldiği Söke Uluslararası 1. Sanat Edebiyat ve Kitap Günleri'nde, Özcan Karabulut ve Aysu Erden'le 14 Şubat Dünya Öykü Günü konusunda görüş alışverişinde bulundu. Kata Kulavkova, 20.12.2004 tarihinde ülke P.E.N. merkezlerine yazdığı bir yazıyla, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin çeşitli etkinliklerle desteklenmesini istedi. Slovenya'nın Bled kentinde gerçekleştirilen 71. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi çerçevesinde, 15 Haziran 2005 tarihinde, Kata Kulavkova başkanlığında yapılan Uluslararası Çeviri ve Dil Hakları Komitesi toplantısında, 14 Şubat-Dünya Öykü Günü Projesi UNESCO'nun Kültür Takvimi'ne alınması amacıyla tekrar görüşüldü. Bu görüşme sırasında, Kongre'ye Türkiye P.E.N. Merkezi'nden katılan Türkiye P.E.N. Merkezi Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı ve Uluslararası P.E.N. Çeşitlilik Web Projesi yayın kurulu üyesi Aysu Erden ve Ankara Öykü Günleri'nin kurucusu, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'ni başlatan Türkiye P.E.N. Merkezi üyesi, öykü yazarı Özcan Karabulut birer konuşma yaptılar. Aysu Erden konuşmasında özetle şunları söyledi: "14 Şubat Dünya Öykü Günü, UNESCO Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi çerçevesinde, yaratıcılığın uluslararası düzeyde ve kültürler arasında akışının sağlanmasına, bu alanlarda işbirliğinin yapılması için gerçekleştirilecek uluslararası dayanışmanın ve kurumlararası işbirliğinin oluşmasına (örneğin yazar örgütleri arasında), gelişmiş ve gelişmekte olan dil topluluklarının edebiyatlarının yerel ve uluslararası düzeylerde yetkin olmalarına ve seslerini birbirlerine duyurmalarına olanak sağlayacaktır". Özcan Karabulut konuşmasında, projeyi yaratan Ankara Öykü Günleri, 14 Şubat - Dünya Öykü Günü Projesi'nin özellikleri ve tarihçesi üzerinde durdu. Karabulut, projenin amaçlarını ise şöyle özetledi: "Farklı edebiyatları, farklı kültürleri destekleyen, çeşitliliğe vurgu yapan biz yazarlar, şairler, yayıncılar, editörler, gazeteciler, çevirmenler, araştırmacılar, akademisyenler Türkiye'de ve dünyada düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, yazma ve yaratma özgürlüğü için mücadele ediyoruz. Bizler, Türkiye P.E.N. Merkezi'ne üye yazarlar, edebiyatta yaratıcılığın ve ifade özgürlüğünün geliştirilmesini, bütün dillerde öykü yazılmasının ve okunmasının teşvik edilmesini, dünya kültüründe çeşitliliğin korunmasını, öyküler aracılığıyla kültürlerarası iletişimin sağlanmasını, farklı hayat tarzlarının ve düşünce biçimlerinin barış kültürü içinde hoş görülmesini istiyoruz. 14 Şubat'ı Dünya Öykü Günü yapan çeşitlilik, çokkültürlülük, sevgi, dostluk, barış gibi tüm değerleri savunuyoruz. Biz yazarlar, yazar örgütleri, tüm dünyada birbirimizle, dil, din, ırk, kültür, cinsiyet ayrımı yapmadan, çok kapsamlı bir edebi ve kültürel işbirliği içinde bulunmamız gerekti.inin bilincindeyiz. 14 Şubat Dünya Öykü Günü'nün edebi ve kültürel işbirliği yönünde en önemli ve anlamlı araçlardan biri olacağına inanıyorum". Karabulut, ayrıca, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'ni 69. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi'nde Delegeler Meclisi'nin gündemine alarak 2003 yılında ilk kez kabul ettiren Uluslararası P.E.N. eski sekreteri Terry Carlbom'a, projeye destek veren Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı Kata Kulavkova'ya, projeyi kabul ederek Delegeler Meclisi gündemine getiren Uluslararası P.E.N.yürütme kuruluna ve projeyi geliştiren, web sitelerini hazırlayan Aysu Erden'e teşekkür etti. Yapılan konuşmalardan sonra, yeniden söz alan Çeviri ve Dil Hakları komitesi Uluslararası Başkanı Kata Kulavkova, dünyadaki tek öykü festivali olma özelliğini kazanmış olan Ankara Öykü Günleri'nin ulaştığı uluslararası başarı, öyküye ve edebiyata sağladığı katkılar üzerinde durdu. Ayrıca, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin çıkış noktası olan Ankara Öykü Günleri'ne, kuruluşunun 10. yılı olan 2006 yılından itibaren, her yıl, Uluslararası P.E.N. Merkezleri yöneticileri ve öykü yazarlarının da çeşitli bildiri konularıyla ve öyküleriyle katılacaklarını bildirdi. Kulavkova, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin artık Uluslararası P.E.N. tarafından resmen kabul edildiğini; Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin başkanı olarak projeyi kendisinin UNESCO'ya ileteceğini belirtti. Söz konusu toplantıda, Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi üyeleri, 18-21 Haziran 2005 tarihleri arasında yapılan Delegeler Meclisi gündemine 34. madde olarak alınmış olan 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin hedeflerinin, amaçlarının, ve uygulama yönteminin Uluslararası P.E.N.'in ve UNESCO'nun çeşitlilik ve özgürlük doğrultusundaki amaçlarına uygun olduğu fikrinde birleştiler. Delegeler Meclisi'nin 20 Haziran 2005 tarihli toplantısında, Uluslararası P.E.N.'in Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'yle ilgili raporunu, Norveç'li delege Bente Kristenson okudu. Delegeler Meclisi, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin UNESCO'nun Kültür Takvimi'ne alınması yönündeki kararı kabul ederek onayladılar. Böylece, 71. Uluslararası P.E.N. Kongresi'nde, Haziran 2005'te alınan karar, 14 Şubat Dünya Öykü Günü'ne UNESCO yolunu açmış oldu. Kaynak: ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ'NDEN, DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ'NE... 5. yılında Dünya Öykü Günü/ Aysu Erden (Edebiyatçılar Derneği'nin ücretsiz yayınıdır)
1- Öykü incelemeleri aracılığıyla, tüm dünyada edebiyat çalışmalarını geliştirip yaygınlaştırmak 2- Edebiyat eğitimini geliştirip yaygınlaştırmak 3- Barış kültürünü yerleştirmek 4- Tüm dünyada yazarların ifade özgürlüğünü savunmak 5- Kültür farklılıklarına ve dilbilimsel farklılıklara saygı göstermek." Delegeler Meclisi aldığı tavsiye kararında tüm P.E.N. merkezlerini, dünya edebiyatlarında kısa öyküyü canlandırmak amacıyla başlatılacak olan çalışmaları desteklemeye çağırmakta ve yürütme kuruluna, Dünya Öykü Günü'nün, UNESCO'nun Kültür Takvimi'ne alınması yönündeki girişimi yapmasını önermekteydi. 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi, 19.21 Eylül 2003 tarihlerinde Makedonya'nın Ohrid kentinde yapılan 6. Ohrid Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Konferansı'nda Kata Kulavkova'nın başkanlığında gerçekleştirilen toplantılarda delegelere tekrar sunulduktan sonra, 22-27 Kasım 2003 tarihlerinde Mexico City'de yapılan 69. Uluslararası P.E.N Dünya Kongresi'nde, Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin tavsiye kararlarından biri olarak delegeler tarafından 27 Kasım 2003 tarihli toplantıda kabul edildi. Proje, aynı yıl içinde, yazılı olarak Uluslararası P.E.N. merkezlerine elektronik posta ve mektup aracılığıyla duyuruldu. Uluslararası P.E.N. delegeleri, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin temel amaçlarını, hedeflerini ve yerel, bölgesel, uluslararası düzeylerdeki uygulama yöntemlerini, gerek 17-21 Haziran 2004 tarihlerinde yapılan 7. Ohrid Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Konferansı'nda gerek Norveç'in Tromso kentinde 6-12 Eylül 2004 tarihlerinde gerçekleştirilen 70. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi'nde, Kata Kulavkova ve Terry Carlbom başkanlığında toplanan Çeviri ve Dil Hakları Komitesi toplantılarında görüştüler. Her iki toplantının sonucunda, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin Uluslararası P.E.N.'in Diversity (Çeşitlilik) çok dilli E- Antoloji Projesi'nin web sitesinin (http://www.diversity.org.mk) Projeler (projects) ve etkinlikler (Events) sayfasında P.E.N. merkezlerine tanıtılmasına karar verildi. Uluslararası P.E.N.'in Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Diversity (Çeşitlilik) Web Projesi'nde, Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak hazırlanan Dünya Öykü Günü Sitesi'ne (http://www.worldshortstoryday.org) link verildi. Uluslararası P.E.N'in Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı Kata Kulavkova, davetli olarak geldiği 23. Tüyap Kitap Fuarı'nda (23-31 Ekim 2004) ve "Ege ve Balkanlarda Kültürel Çeşitlilik" konulu panelde konuşma yapmak üzere geldiği Söke Uluslararası 1. Sanat Edebiyat ve Kitap Günleri'nde, Özcan Karabulut ve Aysu Erden'le 14 Şubat Dünya Öykü Günü konusunda görüş alışverişinde bulundu. Kata Kulavkova, 20.12.2004 tarihinde ülke P.E.N. merkezlerine yazdığı bir yazıyla, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin çeşitli etkinliklerle desteklenmesini istedi. Slovenya'nın Bled kentinde gerçekleştirilen 71. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi çerçevesinde, 15 Haziran 2005 tarihinde, Kata Kulavkova başkanlığında yapılan Uluslararası Çeviri ve Dil Hakları Komitesi toplantısında, 14 Şubat-Dünya Öykü Günü Projesi UNESCO'nun Kültür Takvimi'ne alınması amacıyla tekrar görüşüldü. Bu görüşme sırasında, Kongre'ye Türkiye P.E.N. Merkezi'nden katılan Türkiye P.E.N. Merkezi Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı ve Uluslararası P.E.N. Çeşitlilik Web Projesi yayın kurulu üyesi Aysu Erden ve Ankara Öykü Günleri'nin kurucusu, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'ni başlatan Türkiye P.E.N. Merkezi üyesi, öykü yazarı Özcan Karabulut birer konuşma yaptılar. Aysu Erden konuşmasında özetle şunları söyledi: "14 Şubat Dünya Öykü Günü, UNESCO Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi çerçevesinde, yaratıcılığın uluslararası düzeyde ve kültürler arasında akışının sağlanmasına, bu alanlarda işbirliğinin yapılması için gerçekleştirilecek uluslararası dayanışmanın ve kurumlararası işbirliğinin oluşmasına (örneğin yazar örgütleri arasında), gelişmiş ve gelişmekte olan dil topluluklarının edebiyatlarının yerel ve uluslararası düzeylerde yetkin olmalarına ve seslerini birbirlerine duyurmalarına olanak sağlayacaktır". Özcan Karabulut konuşmasında, projeyi yaratan Ankara Öykü Günleri, 14 Şubat - Dünya Öykü Günü Projesi'nin özellikleri ve tarihçesi üzerinde durdu. Karabulut, projenin amaçlarını ise şöyle özetledi: "Farklı edebiyatları, farklı kültürleri destekleyen, çeşitliliğe vurgu yapan biz yazarlar, şairler, yayıncılar, editörler, gazeteciler, çevirmenler, araştırmacılar, akademisyenler Türkiye'de ve dünyada düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, yazma ve yaratma özgürlüğü için mücadele ediyoruz. Bizler, Türkiye P.E.N. Merkezi'ne üye yazarlar, edebiyatta yaratıcılığın ve ifade özgürlüğünün geliştirilmesini, bütün dillerde öykü yazılmasının ve okunmasının teşvik edilmesini, dünya kültüründe çeşitliliğin korunmasını, öyküler aracılığıyla kültürlerarası iletişimin sağlanmasını, farklı hayat tarzlarının ve düşünce biçimlerinin barış kültürü içinde hoş görülmesini istiyoruz. 14 Şubat'ı Dünya Öykü Günü yapan çeşitlilik, çokkültürlülük, sevgi, dostluk, barış gibi tüm değerleri savunuyoruz. Biz yazarlar, yazar örgütleri, tüm dünyada birbirimizle, dil, din, ırk, kültür, cinsiyet ayrımı yapmadan, çok kapsamlı bir edebi ve kültürel işbirliği içinde bulunmamız gerekti.inin bilincindeyiz. 14 Şubat Dünya Öykü Günü'nün edebi ve kültürel işbirliği yönünde en önemli ve anlamlı araçlardan biri olacağına inanıyorum". Karabulut, ayrıca, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'ni 69. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi'nde Delegeler Meclisi'nin gündemine alarak 2003 yılında ilk kez kabul ettiren Uluslararası P.E.N. eski sekreteri Terry Carlbom'a, projeye destek veren Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi Başkanı Kata Kulavkova'ya, projeyi kabul ederek Delegeler Meclisi gündemine getiren Uluslararası P.E.N.yürütme kuruluna ve projeyi geliştiren, web sitelerini hazırlayan Aysu Erden'e teşekkür etti. Yapılan konuşmalardan sonra, yeniden söz alan Çeviri ve Dil Hakları komitesi Uluslararası Başkanı Kata Kulavkova, dünyadaki tek öykü festivali olma özelliğini kazanmış olan Ankara Öykü Günleri'nin ulaştığı uluslararası başarı, öyküye ve edebiyata sağladığı katkılar üzerinde durdu. Ayrıca, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin çıkış noktası olan Ankara Öykü Günleri'ne, kuruluşunun 10. yılı olan 2006 yılından itibaren, her yıl, Uluslararası P.E.N. Merkezleri yöneticileri ve öykü yazarlarının da çeşitli bildiri konularıyla ve öyküleriyle katılacaklarını bildirdi. Kulavkova, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin artık Uluslararası P.E.N. tarafından resmen kabul edildiğini; Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin başkanı olarak projeyi kendisinin UNESCO'ya ileteceğini belirtti. Söz konusu toplantıda, Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi üyeleri, 18-21 Haziran 2005 tarihleri arasında yapılan Delegeler Meclisi gündemine 34. madde olarak alınmış olan 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin hedeflerinin, amaçlarının, ve uygulama yönteminin Uluslararası P.E.N.'in ve UNESCO'nun çeşitlilik ve özgürlük doğrultusundaki amaçlarına uygun olduğu fikrinde birleştiler. Delegeler Meclisi'nin 20 Haziran 2005 tarihli toplantısında, Uluslararası P.E.N.'in Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'yle ilgili raporunu, Norveç'li delege Bente Kristenson okudu. Delegeler Meclisi, 14 Şubat Dünya Öykü Günü Projesi'nin UNESCO'nun Kültür Takvimi'ne alınması yönündeki kararı kabul ederek onayladılar. Böylece, 71. Uluslararası P.E.N. Kongresi'nde, Haziran 2005'te alınan karar, 14 Şubat Dünya Öykü Günü'ne UNESCO yolunu açmış oldu. Kaynak: ANKARA ÖYKÜ GÜNLERİ'NDEN, DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ'NE... 5. yılında Dünya Öykü Günü/ Aysu Erden (Edebiyatçılar Derneği'nin ücretsiz yayınıdır)
Merih Günay-Martıların Düğünü / Ömer Lekesiz
İlk öykü kitabı Pabuçlarımın Yazarı'nı 2004'te yayınlayan Merih Günay, 2007'de ikinci öykü kitabı Martıların Düğünü'nü okurlarıyla buluşturdu. İlk kitabındaki öyküleriyle “tehlikeli” bir öykücü olduğunu göstermişti Günay; bir öyküsünde başkasının hayatına mal olan bir olayı ti'ye alarak, görünendeki görünmeyeni ironik bir dille anlatırken, bir sonraki öyküde hayatı hayat kılan erişilmesi, duyulması, yaşanması zor hüzünleri bir telkari ustasının maharetiyle işlemişti. İşte bu ele avuca sığmaz öykücü zekasıyla okurun kendisini sabit yere konumlandırmasını zorlaştırmış, Yeraltı edebiyatının araçlarıyla klasik bir öykücülük yaparken nihilizmle teslimiyet arasındaki anlık gel-gitleriyle ezber bozmuştu. İkinci kitabı Martıların Düğünü'nde ise beş bölümlü tek bir “hikaye” anlatmış. Evet hikaye anlatmış ve kitabın kapağında “öykü” yazması bu sonucu değiştirmemiş. Belki yarım bir roman, tamamlanmamış bir tahkiye demek daha doğru olur. Ama öykü değil. Pabuçlarımın Yazarı'ndaki nihilizm ve ironik bakış bu kitapta da hakim fakat tahkiye yoğunluğu bir öykünün taşıyabileceğinden çok, ancak bir romanın taşıyabileceği nitelikte oluşturulduğu için ilk kitaptakine göre sentaksı da farklılaşmış.
Eşik Cini Öykü Kültürü Dergisi Ocak/Şubat 2008, Sayı: 13
Eşik Cini Öykü Kültürü Dergisi Ocak/Şubat 2008, Sayı: 13
“BEN ÖYKÜCÜYE ÖYKÜCÜ DEMEM ÖYKÜCÜ BENDEN OLMAYINCA”
Hece Öykü’nün birinci sayından itibaren bölümler halinde yayınladığımız “Öykücüler ve Öykü Kitapları Sözlüğü”, nihayet aynı derginin 26. sayısında yayınlanan son bölümüyle tamamlandı.
Hece Öykü’nün birinci sayısı Şubat 2004’te, 26. sayısı ise Nisan 2008’de yayınlandığına göre demek ki bu sözlüğün sadece yayını için Hüseyin Su ile birlikte tam dört yıl, iki ay harcamışız.
Ben kendi adıma harcadığım zamandan müşteki değilim, Hüseyin Su’nun da müşteki olmadığına eminim. Çünkü 1890-2008 yılları arasında öykü kitabı yayınlamış 1.202 öykücüyü, 3.173 öykü kitabını ve o kitapların içerdiği öyküleri bir araya getirdik. Diğer bir söyleyişle bir çok konuda olduğu gibi yerli hikaye ve öykü konusunda da yoğun olarak yaşadığımız belge ve bilgi kaybını –gücümüz ve imkanlarımız ölçüsünce- gidermeye çalıştık.
Evet, “Öykücüler ve Öykü Kitapları Sözlüğü”müz bitti. Ama ne ben çalışma koltuğuma yaslanıp dinlenmeye geçtim ne de Hüseyin Su’nun öykü koşusu tamamlandı. Çünkü hayat devam ediyor, Hece Öykü çıkıyor, öykü ortamındaki dinamizm de sürüyor. Hüseyin Su’nun dergi yayıncılığından usanacağını hiç sanmıyorum. Bana gelince, öykü ortamında saplantı haline dönüşmüş iki konu var ki onlar yüzünden karamsarlığa düşürüyorum:
1-Genç öykücüler üstüne eleştiri yapılmıyor; eleştirmenler usta öykücüler üstüne eleştiri yazarak günü kurtarıyor; üstelik yapılan eleştirilerin büyük bölümü de nesnel olmuyor. 2-Eleştiri ya da öykücüler üstüne değerlendirme yapanlar sol bir ahlaka sahip şu öykücüleri görmedikleri için öykü serüvenimize sağlıklı bakamıyorlar; onlar nesnel bir bakış açısını kuşanmalı ve o öykücüleri de mutlaka konuşmalılar, yoksa çabaları boşuna bir çaba olacaktır.
İki konu dedim ve yukarıda öyle verdim ama aslında konu iki değil bir. Çünkü ikisinde de sonuç “ideolojik ve ben-merkezci” bir adrese çıkıyor.
Şöyle ki, yeni öykü kitabı yayınlamış -kendine göre solcu- bir öykücü, kitabının davul zurma eşliğinde karşılanmasını, hani ciddi eleştiri yazılmasa bile en azından kitap eklerinde kendisine sayfalar ayrılmasını, bu sayfalarda fazla yazı olmasa da kapak-oğlanı ya da kapak-kızı misali boy boy fotoğraflarının sergilenmesini istiyor.
Peki bu hükme nereden varıyorum? Şuradan: Özellikle son beş yıldır yaklaşık elli öykücü her yıl öykü ortamına dahil oluyor, hatta bunlar belirttigim süre içerisinde ikinci, üçüncü kitaplarını yayınlıyorlar. Kendi kitabının görülmediğini ya da ilgili mevkutelerde yeterince öne çıkarılmadığını düşünenler zikrettiğim gerekçeleri öne sürerken öykü ortamına birlikte dahil oldukları sol ahlaka sahip üç beş iyi öykücünün arkasına sığınarak konuşuyorlar. Hani “İzzet Kılıçlı, Fahri Erdinç, Özcan Ergüder, Sulhi Dölek, Şiir Erkök Yılmaz, Salim Şengil, Yurdaer Koca, Ahmet Yurdakul, Naci Girginsoy vb. unutulmaya terkedildi, bunlar üstüne ivedilikle durulmalı; kitaplarına erişebildiğimiz tüm öykücüler üstüne konuşmayı prensip haline getirmezsek biz de yakin zamanda unutulanlardan oluruz” deseler tezleri bir geçerlilik kazancak ama onların gözleri kendilerinden başkasını görmüyor ki tutumları vefadan, ahlaktan, samimiyetten ve izandan bir kırıntı taşısın.
İkinci konu da doğrudan buna bağlanıyor.
Şundan ki, saplantı sahipleri yine sol ahlakıyla tanınan Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Osman Şahin gibi artık sol eleştirmenlerin bile konu edinmekten kaçındıkları öykücüleri zikrediyorlar. Sadece zikretseler iyi, bir de onların üstünde durmayan yazarları nesnel olmamakla, öykü tarihini kuşatamamakla, sakat bir bakış açısına sahip olmakla suçluyorlar.
Bunların sabit fikirlerinden ve hiddetlerinden öyle anlaşılıyor ki yerli öykücüleri daha yeni tanımaya başlıyorlar ve geç tanımanın şaşkınlığını onları putlaştırarak perdelemeye çalışıyorlar. Eğer böyle olmasaydı yerli öykücülüğün putlaştırdıkları sol ahlaklı birkaç öykücüden ibaret olmadığını, öykücülüğümüzün hikayesinin onların konuşulmasıyla tamamlanmış olmayacağını çoktan idrak etmiş olurlardı. Hatta biraz da cesaret gösterip Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Osman Şahin, Sevgi Soysal onca önemli de Şevket Yücel, Naim Tirali, Kamuran Şipal, Nursen Karas niye bunca önemsiz? diye sorarlardı kendi kendilerine; asgariden edebi bir edep, had ve ahlak sahibi olabilmek için, sol bir ahlaka sahip Feyyaz Kayacan’ı, Fikret Ürgüp’ü, Nail Güreli’yi, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Kerim Korcan’ı, İbrahim Yıldırım’ı, Mehmet Semih’i, Faik Baysal’ı, Necati Merti’i, Nahit Eruz’u, Cihat Burak’ı, Samim Kocagöz’ü, Dursun Akçam’ı ve daha nicelerini tanıyacakları muhtemel zamanları beklemezler ve onların da konuşulacak öykücüler listesinde olmasını isterlerdi.
İşte sözünü ettiğim bu saplantılar ve bu saplantıların nitelikli dergilerde de yer almaya başlamasıdır beni karamsarlığa düşüren. Elbette “biz adam olmayız” muhabbetine girerek olumsuzluktan ille de olumlu sonuçlar ürtemeye çalışacak değilim. Öykücülüğümüz konusundaki yaygın cehaletin ve bu cehaletten beslenen ideolojik şartlanmaların, eleştirmenler için siyasi yön okları dikmelerin, künhüne vakıf olunmamış nesnellik, objektiflik, bakış açısı gibi ağız dolduran teknik sözcüklerle süslenerek “ifşaa” boyutuna taşınması beni edebiyatımız genelinde ve öykücülüğümüz özelinde karamsarlığa itiyor. Bu nedenle yarını da geleceği de aydınlık içinde düşünemiyorum.
Onca yıldır, şunca emekle yazıp çizmenin cahiller güruhunu zerre kadar etkilemediğini, edebiyatımızın solcusuyla, sağcısıyla, müslümanıyla ortaklaşa oluşturulmuş, içinde yeraldığımız coğrafyaya mahsus bir edebiyat olduğunu o cahiller güruhuna hâlâ anlatamadığımızı ve hâlâ malum güruhun “Ben öykücüye öykücü demem, öykücü benden olmayınca” teranesini “Ben yazara yazar demem solcu öykücüleri yazmadıkça” terasinesiyle pekiştirerek ciddi dergilerin sayfalarında boy göstermelerini üzüntüyle izliyorum.
İşte bu nedenlerle karamsarım. Ama sadece ve şimdilik karamsarım.
Çünkü, edebiyata siyaset üstü bir değer yükleyen gerçekten sol ahlaka sahip akıllı insanların ve edebiyatımıza bu ülke insanının ortak birikimi olarak bakan dergi sorumlularının bu gidişata “dur” diyeceklerini umuyorum.
ÖMER LEKESİZ
(EŞİK CİNİ’NİN 15. -MAYIS / HAZİRAN 2008- SAYISINDA YER ALAN BU YAZI, DERGİNİN OKURA ULAŞTIĞI TARİHLE EŞZAMANLI OLARAK EDEBİSTAN SİTESİNDE GÜNCELLENMİŞTİR)
Hece Öykü’nün birinci sayısı Şubat 2004’te, 26. sayısı ise Nisan 2008’de yayınlandığına göre demek ki bu sözlüğün sadece yayını için Hüseyin Su ile birlikte tam dört yıl, iki ay harcamışız.
Ben kendi adıma harcadığım zamandan müşteki değilim, Hüseyin Su’nun da müşteki olmadığına eminim. Çünkü 1890-2008 yılları arasında öykü kitabı yayınlamış 1.202 öykücüyü, 3.173 öykü kitabını ve o kitapların içerdiği öyküleri bir araya getirdik. Diğer bir söyleyişle bir çok konuda olduğu gibi yerli hikaye ve öykü konusunda da yoğun olarak yaşadığımız belge ve bilgi kaybını –gücümüz ve imkanlarımız ölçüsünce- gidermeye çalıştık.
Evet, “Öykücüler ve Öykü Kitapları Sözlüğü”müz bitti. Ama ne ben çalışma koltuğuma yaslanıp dinlenmeye geçtim ne de Hüseyin Su’nun öykü koşusu tamamlandı. Çünkü hayat devam ediyor, Hece Öykü çıkıyor, öykü ortamındaki dinamizm de sürüyor. Hüseyin Su’nun dergi yayıncılığından usanacağını hiç sanmıyorum. Bana gelince, öykü ortamında saplantı haline dönüşmüş iki konu var ki onlar yüzünden karamsarlığa düşürüyorum:
1-Genç öykücüler üstüne eleştiri yapılmıyor; eleştirmenler usta öykücüler üstüne eleştiri yazarak günü kurtarıyor; üstelik yapılan eleştirilerin büyük bölümü de nesnel olmuyor. 2-Eleştiri ya da öykücüler üstüne değerlendirme yapanlar sol bir ahlaka sahip şu öykücüleri görmedikleri için öykü serüvenimize sağlıklı bakamıyorlar; onlar nesnel bir bakış açısını kuşanmalı ve o öykücüleri de mutlaka konuşmalılar, yoksa çabaları boşuna bir çaba olacaktır.
İki konu dedim ve yukarıda öyle verdim ama aslında konu iki değil bir. Çünkü ikisinde de sonuç “ideolojik ve ben-merkezci” bir adrese çıkıyor.
Şöyle ki, yeni öykü kitabı yayınlamış -kendine göre solcu- bir öykücü, kitabının davul zurma eşliğinde karşılanmasını, hani ciddi eleştiri yazılmasa bile en azından kitap eklerinde kendisine sayfalar ayrılmasını, bu sayfalarda fazla yazı olmasa da kapak-oğlanı ya da kapak-kızı misali boy boy fotoğraflarının sergilenmesini istiyor.
Peki bu hükme nereden varıyorum? Şuradan: Özellikle son beş yıldır yaklaşık elli öykücü her yıl öykü ortamına dahil oluyor, hatta bunlar belirttigim süre içerisinde ikinci, üçüncü kitaplarını yayınlıyorlar. Kendi kitabının görülmediğini ya da ilgili mevkutelerde yeterince öne çıkarılmadığını düşünenler zikrettiğim gerekçeleri öne sürerken öykü ortamına birlikte dahil oldukları sol ahlaka sahip üç beş iyi öykücünün arkasına sığınarak konuşuyorlar. Hani “İzzet Kılıçlı, Fahri Erdinç, Özcan Ergüder, Sulhi Dölek, Şiir Erkök Yılmaz, Salim Şengil, Yurdaer Koca, Ahmet Yurdakul, Naci Girginsoy vb. unutulmaya terkedildi, bunlar üstüne ivedilikle durulmalı; kitaplarına erişebildiğimiz tüm öykücüler üstüne konuşmayı prensip haline getirmezsek biz de yakin zamanda unutulanlardan oluruz” deseler tezleri bir geçerlilik kazancak ama onların gözleri kendilerinden başkasını görmüyor ki tutumları vefadan, ahlaktan, samimiyetten ve izandan bir kırıntı taşısın.
İkinci konu da doğrudan buna bağlanıyor.
Şundan ki, saplantı sahipleri yine sol ahlakıyla tanınan Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Osman Şahin gibi artık sol eleştirmenlerin bile konu edinmekten kaçındıkları öykücüleri zikrediyorlar. Sadece zikretseler iyi, bir de onların üstünde durmayan yazarları nesnel olmamakla, öykü tarihini kuşatamamakla, sakat bir bakış açısına sahip olmakla suçluyorlar.
Bunların sabit fikirlerinden ve hiddetlerinden öyle anlaşılıyor ki yerli öykücüleri daha yeni tanımaya başlıyorlar ve geç tanımanın şaşkınlığını onları putlaştırarak perdelemeye çalışıyorlar. Eğer böyle olmasaydı yerli öykücülüğün putlaştırdıkları sol ahlaklı birkaç öykücüden ibaret olmadığını, öykücülüğümüzün hikayesinin onların konuşulmasıyla tamamlanmış olmayacağını çoktan idrak etmiş olurlardı. Hatta biraz da cesaret gösterip Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Osman Şahin, Sevgi Soysal onca önemli de Şevket Yücel, Naim Tirali, Kamuran Şipal, Nursen Karas niye bunca önemsiz? diye sorarlardı kendi kendilerine; asgariden edebi bir edep, had ve ahlak sahibi olabilmek için, sol bir ahlaka sahip Feyyaz Kayacan’ı, Fikret Ürgüp’ü, Nail Güreli’yi, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Kerim Korcan’ı, İbrahim Yıldırım’ı, Mehmet Semih’i, Faik Baysal’ı, Necati Merti’i, Nahit Eruz’u, Cihat Burak’ı, Samim Kocagöz’ü, Dursun Akçam’ı ve daha nicelerini tanıyacakları muhtemel zamanları beklemezler ve onların da konuşulacak öykücüler listesinde olmasını isterlerdi.
İşte sözünü ettiğim bu saplantılar ve bu saplantıların nitelikli dergilerde de yer almaya başlamasıdır beni karamsarlığa düşüren. Elbette “biz adam olmayız” muhabbetine girerek olumsuzluktan ille de olumlu sonuçlar ürtemeye çalışacak değilim. Öykücülüğümüz konusundaki yaygın cehaletin ve bu cehaletten beslenen ideolojik şartlanmaların, eleştirmenler için siyasi yön okları dikmelerin, künhüne vakıf olunmamış nesnellik, objektiflik, bakış açısı gibi ağız dolduran teknik sözcüklerle süslenerek “ifşaa” boyutuna taşınması beni edebiyatımız genelinde ve öykücülüğümüz özelinde karamsarlığa itiyor. Bu nedenle yarını da geleceği de aydınlık içinde düşünemiyorum.
Onca yıldır, şunca emekle yazıp çizmenin cahiller güruhunu zerre kadar etkilemediğini, edebiyatımızın solcusuyla, sağcısıyla, müslümanıyla ortaklaşa oluşturulmuş, içinde yeraldığımız coğrafyaya mahsus bir edebiyat olduğunu o cahiller güruhuna hâlâ anlatamadığımızı ve hâlâ malum güruhun “Ben öykücüye öykücü demem, öykücü benden olmayınca” teranesini “Ben yazara yazar demem solcu öykücüleri yazmadıkça” terasinesiyle pekiştirerek ciddi dergilerin sayfalarında boy göstermelerini üzüntüyle izliyorum.
İşte bu nedenlerle karamsarım. Ama sadece ve şimdilik karamsarım.
Çünkü, edebiyata siyaset üstü bir değer yükleyen gerçekten sol ahlaka sahip akıllı insanların ve edebiyatımıza bu ülke insanının ortak birikimi olarak bakan dergi sorumlularının bu gidişata “dur” diyeceklerini umuyorum.
ÖMER LEKESİZ
(EŞİK CİNİ’NİN 15. -MAYIS / HAZİRAN 2008- SAYISINDA YER ALAN BU YAZI, DERGİNİN OKURA ULAŞTIĞI TARİHLE EŞZAMANLI OLARAK EDEBİSTAN SİTESİNDE GÜNCELLENMİŞTİR)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)