15 Haziran 2008 Pazar

Öyküyü Tersten Okumak

Bizde, özellikle Cumhuriyet sonrası, sanat alanındaki faaliyetlerin önemli bir kısmı resmî ideolojiyle çatışmak bir tarafa, resmî ideolojiyi koruyan ve doğrulayan örnekler etrafında gelişti. Edebiyatın farklı şubelerinde ortaya konmuş yığınla örnek var bu durumu doğrulayacak. Edebî metinler arasında -biz adını koymamış olsak da- zamana kayıt düşmek bağlamında bir hiyerarşi görülüyor. Bu sıralama 'iktidar' noktasında hayatın her alanına yayılmış durumda. Bir edebî türün, ortaya çıkışıyla beliren ve tanımlanan temel özelliklerine bağlı kalarak yazılı bir metne, eleştirel bir gözle bakmak isteyen herkesi belli kalıplar, sınırlamalar karşılayacaktır. Bu kalıplara, akademik çevreler eliyle, bir ölçüde 'resmiyet' kazandırıldığını söyleyebiliriz. Tanım, normal olanın hizasına çeker düşünceyi, zihnin sıçramasını engeller. Bir yazarın elinde, bu resmiyeti yıkacak en büyük silah üslûptur. Bir üslûp sahibi olmanın değeri burada yatar. Başkalık, eda, tavır... olanın içinden yeni bir yol açıp olmayanı kurma çabası. Bugün metnin hareket alanını belirleyen tanımların eleştiriye dayattığı ideoloji eski gücünde değil artık; metinler arası göndermeler ve geçirgenliklerin yol açtığı çok-katmanlı, tanımlara sataşan edebi türler ortaya konuyor. Öykü ile şiirin arasından sızan, her iki tür içinde de gerçek karşılığını bulamayan metinler var. Bu metinlerin bir kısmı 'anlatı' başlığı altında okurla buluşuyor. Birileri, 'anlatıl(a)mayan' bir şeyler mi yazıyor! Bu mümkün mü? Henüz durmamış, kendini tamamlamamış bir şeyi tanımlamak oldukça güçtür. Toplumsal hallerle işlenmiş düşünceyi kâğıdın önünden çekme isteğiyle başlatılan her tür yazınsal girişimin arka planında yoğun bir gözlem gücü yatar. Ve sanki, şiir duymayı gerekser; roman ve hikâye görmeyi... Ya elimizdeki 'öykü' kitabının yazarı aynı zamanda bir şairse!
Mehmet Erte'nin, kısa bir süre önce YKY'den çıkan "Bakışın Kirlettiği Ayna" adlı kitabının üzerinde 'öykü' ibaresi var. Sanıyorum, kitabı okuyanların çoğu alışılagelmiş 'öykü' türüyle yeniden bir hesaplaşmaya girişeceklerdir. Yazar daha ilk öykünün başında okura ne vaat etmediğini zekice ortaya koyuyor. Klasik öykünün kurallarını sabote ediyor. Kitap boyunca, bir yazar olarak kendisiyle, birçok yazar olarak kendisi dışındakileri birbirine tutulmuş aynalardan izlettiriyor bizlere. Kitabı oluşturan metinlerin bağlandıkları yer, okurun eline kolaylıkla geçmediği gibi, okur nasıl bir sonla yüzleşeceğini de kestiremiyor. Ayrıntılar üzerinden dalga dalga açılan ve genişledikçe bütünün özelliğini görünür kılan metinlerden oluşuyor kitap. Dil sürçmelerinden değil de zihinsel sürçmelerden ve sıçramalardan güç alan bir sözdizimi hâkim öykülere. Bir taraftan merak dürtüsünü ayık tutan akıcılık, diğer taraftan yazının içinde kendisiyle ve okurla tartışan, hesaplaşan bir yazarın zihinsel serüveni. Böylece karşımıza 'metne sebep olan' sönük, 'etrafa ayna tutan' bir yazar değil de, metnin doğal akışını sarsan bir yazar çıkmış oluyor. Kitabın ikinci öyküsü "Bana Ne Ben"in ikinci bölümüne şöyle başlıyor anlatıcı: "Hikâyeye geçmeden önce nasıl yazdığım hakkında konuşacağım. Çünkü her şeyin nasıl olduğu konusunda bir fikri olan ya da derhal bir fikir edinmek isteyen sizler çok tuhafsınız." Bu başlangıca kanmamak gerek. Okuruyla sürekli tartışan yazarın doğrudan bir bilgi vermek, okurun bir fikir edinmesini sağlamak gibi bir kaygısı yok. Burada absürdün sınırları yoklanırken bildiğimiz yazar profillerini, yazarlık efsanelerini tehdit eden mizahî bir dil kullanılıyor. Öykü üçüncü bölümde uydurma bir bilimsel dil kurularak aktarılan absürd bir olayın ardından kendisini de eleştiri konusu yapan yazarın "ağzından başlayarak" parçalanmasıyla son buluyor.
Erte, yazınsal biçimlerle alay ediyor; bizleri, yazının konu nesnesi ile yazma tavrı arasına sokarak düşündürüyor; hepimize dayatılmış, içselleştirdiğimiz olgusal bilinci ve bu bilinci oluşturan düşünce sistematiğini pek çok yerde iğneliyor. Sanki bütün metinler bir refleksle, zihinsel akışla hareketleniyor. Şöyle der Alberto Moravia: "Edebiyat, gerçek edebiyat planlara uygun yapılmaz. Fabrika ürünü gibi bir şey değildir. Edebiyat özgür olmalı, spontane olmalı, zorunlu bir hazırlığın sonucu bir iş değildir edebiyat." Kitabı oluşturan öyküler, ille de bir sınıfa dahil edilecekse 'durum' öyküleri demek sanıyorum daha isabetli. Yazar, hepimizin hayatını meşgul eden, fakat üzerlerinde etraflıca düşünüp kafa yormadığımız -yahut çekindiğimiz- kimi olguları yeni bir bakışla kabartıyor. Kitapta öne çıkan izleklerden biri 'bağlanma'. Yazar, bu kavramı, üzerinde herkesin hayretle düşüneceği bir problem olarak ortaya koyuyor. Öykülerin en ayırıcı vasıflarından biri hepimizin çok sıradan olarak görüp geçiştirdiği bir durumu, bir eylemi probleme dönüştürebilmesi.
Yazar, açıktan olmasa da, dil ile düşünce arasındaki kadim ilişkiye farklı yaklaşımlar getiriyor. Bakışın Kirlettiği Ayna'da 'düşünce' dil sayesinde 'düşünülecek bir kıvam' buluyor kendine; bir yoğunluk ve tehdit gücü kazanıyor. Düşüncenin zihne uyguladığı şiddet, dil sayesinde hafifletiliyor. Kitap bu yönüyle felsefî bir alana da sokuyor bizleri. Mehmet Erte, durumları, kavramları tersten okumayı göze alıyor kitap boyunca. Öykülerin çoğu 'önceden' olup bitenler anlatılmadan, birdenbire başlıyor. Sanki, 'şimdiye dek olup bitenleri nasılsa biliyorsunuz' der gibi. Buradan bakınca kitabı oluşturan öykülerin belirgin bir geleneğe yaslandığını söylemek oldukça zor. Yazar, öykünün biriktirdiği deneyimlere yaklaştığı yerde, ince bir ustalıkla, şaşırtıcı bir kıvraklıkla kendi zihninin tecrübelerini devreye sokuyor. Kimi zaman bu uğurda, bir çığlığa yol oluyor. Toplumsal intibakı kolaylaştırırken insanı normalliğin içinde bayağılaştıran dondurulmuş 'düşünce' biçimlerini farklı mekânlara çekip yeniden tasarlıyor. (Bir dipnot olarak, yazarın 'Fizik' öğrenimi görmüş olduğunu söyleyelim, bu, şifre çözmeye meraklı kimi okurların işine yarayabilir.)
Erte, kitabın "Hap" adlı ilk öyküsünün başında, okurları nasıl bir dünyanın içine davet ettiğinin haberini veriyor: "Çocukluğumdan beri düşünmemeye çalışırım. Düşünmemek elimden gelmiyor." Gerçekten de her öyküde durmaksızın düşünen, sorgulayan ve yorumlayan bir anlatıcıyla baş başa kalıyor okur. Bu düşünme biçimlerinin okura bir teklif gibi ulaştığı da oluyor. Sanki yazar kendini, kendi düşünce sistematiğini yazarken inceliyor. Bu öyküde psikolog, anlatıcıya şu ilginç öneride bulunuyor: "'Şiir yazmayın' dedi, 'duyguları boşaltmak sizin durumunuzdaki birine iyi gelmez.' 'Duyguları boşaltmak' demesine sinir olmuştum; 'Bakın,' diyerek karşı çıkacaktım ki Allahtan lafı ağzıma tıkadı, yoksa buraya şiir üzerine beylik sözler aktarmak zorunda kalacaktım. 'Sizin duygularınızı düzenlemeye ihtiyacınız var, öykü yazın mesela.'" Bir öykü okumakta olduğumuza göre bu önerinin dikkate alındığını düşünmeli miyiz? Ama anlatıcı bildiğini okumakta, hastalığını satırlara taşımaktadır; duygularını düzenlemek gibi bir kaygısı da yoktur. Burada bir paradoks yok, yazar bir öykü ortaya koymak için anlatmıyor zaten. "yoksa buraya şiir üzerine beylik sözler aktarmak zorunda kalacaktım" ifadesi yazarın 'uyanıklığını' gösteriyor. Kendini anlattığı konunun rehavetine kaptırmıyor; anlattıklarına, çoğu yerde dışarıdan bakıyor. Kendini, okurla birlikte dinliyor. Duygularını değil de düşüncelerini boşaltıyor sanki. Mantığın sınırlarını alabildiğine zorlayan yorumlar, nesnel gerçekliği parçalayan bir hal alıyor. Doktorun "düzenleme" önerisine bir başkaldırı olarak okunabilecek öykünün son cümlesi şu: "Bu öykünün yazarı Çehov değil."
Bakışın Kirlettiği Ayna'da edebiyat sanatının inceliklerini iyi kavramış, kendine kurduğu düşünce tuzaklarıyla eğlenen bir yazar var. Yazı ile yazarın arasına durmadan engeller koyan, zoru deneyen yazar "Delik" adlı ilk bölümdeki öykülerin -ki her biri somut kurallardan azadedir- tamamında kendisini tartışma konusu yapmayı sürdürüyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi hissedilen, öykü bittikten sonra da okurun zihninde varlığını sürdüren mantık dizgeleri kuruyor. İlk bölümdeki "Bakış ve Beden ya da Anlam Bulutlarının ardına Gizlenen Güneş", "Güneş Gözlüğü", "Gazoz Kapağı" ve "Af" adlı öykülerde yazarın anakonusu 'bağlanma'. Burada asıl önemli olan neden bağlanıldığı değil, 'birlikteliklerden doğan iktidar' ve öznenin bu iktidar karşısındaki durumudur. "Alnıma bir delik açmam gerekiyordu. Bir deliğe, alnımın ortasında idare eder büyüklükte bir deliğe acil olarak ihtiyacım vardı." diye başlayan "Delik" ve "Kendimi öldürecektim. Bir intihar? Hayır. Kendimi başka birini öldürür gibi öldürecektim." diye başlayan "Sinek" adlı öykülerde anlatıcı, sondan başa doğru bir akış içinde hayata bir başkasının hayatının içinden bakar gibidir. "Kendimi başka birini öldürür gibi öldürecektim." Bu ifade bizi bir taraftan Rimbaud'a (Ben bir başkasıdır) diğer taraftan Yunus'a (Bir ben vardur bende, benden içeru) götürüyor. 'İntihar' bir süs gibi durmuyor yazının yakasında. Adı geçen öykülerde, hayatın kıyısına neden varıldığına dair işaretler yoktur; anlatıcı, kendisini ortadan kaldırmasına fırsat vermeyen yoğun bir zihni kâğıda döker. Nedenlerin eksik olduğu bu öykülerde anlaşılan odur ki yazar okurları başka bir yere yoğunlaştırmak istemektedir. Kitabın "Bir Kölenin Eğitim Sorunları", "Bakışın Kirlettiği Ayna" ve "Vazgeçilmiş Renk" adlı bölümlerinin arka kapakta gizli bir ana başlık altında toplandığı belirtilmiş. "Delik"in ben-anlatıcısı terk edilse de, bazı izleklerin bu bölümlerde de sürdürüldüğü görülüyor. En önemli izleklerden 'bağlanma' kadın-erkek ilişkileri açısından ele alınarak sorunsallaştırılıyor.
Mehmet Erte, okurları zihnin labirentlerinde gezdiriyor; fakat bunu tertemiz, berrak bir Türkçeyle yapıyor. Aynı kavrama pek çok açıdan yaklaşıp uzaklaşıyor, böylece günlük hayatımızın içine dolduğu kalıpları bozarak düşünceyi yeni formlar içinde seslendirmeye çalışıyor. Öykülerdeki anlatıcının tüm duyuları ile zihni arasında sıkı bir bağ var; çevresinde algıladığı her şeyi en küçük parçalarına kadar bölerek kavramaya yönelen bu zihin, parçalar arasında denge kurmaya çalışırken, aslında bize gerçeğin ele geçmezliğini gösteriyor. Bizde, özellikle düzyazı türlerinde yazar, okurla metni baş başa bırakma çabası içinde olur. Bunu başarabilenler sessizce aradan çekilir ve kahramanın başına gelecekleri seyre koyulur. Öznelere çizilen rol, genellikle karakterlerine uygun olur. Bu uygunluk çevre ile de desteklenir. Olay ve çevre dairesine uygun ruhsal bir portre ile donatılan özne çoğunlukla 'düzenlenmiş' davranışlar gösterir. Erte, Bakışın Kirlettiği Ayna'da bu önceden 'düzenlenmiş' halleri silkeliyor ve gerçeğin ne kadarıyla temas halinde olduğumuzu yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor.
04.06.2008 Yenişafak Kitap

Hiç yorum yok: